Kübra Güran Yiğitbaşı’nın Afyonkarahisar Valiliğine tayin edilmesiyle birlikte Türkiye’nin bir önemli sorunu daha çözülmüş oldu. Şimdi işsizlik, pahalılık gibi sorunlara da sıra gelir belki.
Bu vesileyle kendisini kutlar, görevinde başarılı olmasını dilerim. Yazacaklarım şahsıyla değil, kamu yönetimine hâkim olan zihniyet ile ilgili. Bunu belirteyim ki beni siyasal İslamcı camiada örneğini çok ve sık gördüğümüz kadın düşmanlarıyla karıştırmasın.
Yiğitbaşı, ilk “başörtülü – türbanlı vali” olarak tarihe geçti. Devamı
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun iddiasına göre CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “altılı masada imzalanan bildiriyi, düzeltilmesi için” bir yabancı ülkenin büyükelçisine göndermiş.
Bu iddiasındaki saçmalığa daha önce de dikkatinizi çekmiştim, imzalanıp açıklanan metin düzeltilse ne olur, düzeltilmese ne olur?
Bir düzeltme yapılacaksa bu, bildiri imzalanıp, açıklanmadan önce olmalıydı.
Buraya bir mim koyalım, çünkü İçişleri Bakanı’nın çevirdiği dolapları acemice örtme çabasının bir sonucu bu tutarsızlık. Devamı
Bu haftaki sohbetimize Amerikalı polisiye – gerilim yazarı ve senarist Raymond Chandler’den bir alıntıyla başlamak istiyorum:
“İlk öpücük sihirli, ikinci öpücük samimi, üçüncü öpücük rutin”.
Birbirini seven iki kişi arasındaki ilişkiyi zehirleyen durumu, lafı dolandırmadan bu kadar basitçe açıklayabilmek için sanırım insanın polisiye yazarı olması gerekiyor.
Unutmayalım ki bir edebi tür olarak polisiye yazmak zaten böyle bir yeteneğin varlığı ile mümkün. Devamı
Eskişehir’de düzenlenmek istenen “Anadolu Fest” isimli müzik festivali, Valilik tarafından yasaklandı.
Eskişehir Valiliği’nin açıklamasına göre, müzik festivalinin yasaklanmasının gerekçesi şu:
“Kentte huzur ortamı, kamu düzeni ve güvenliğinin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi, başkalarının hak ve özgürlüklerinin, genel asayişin korunması ile şiddet olaylarının yaygınlaşmasının önlenmesi.”
Vali Bey kusura bakmasın ama ne maaşını hak ediyor ne de o cafcaflı makam arabalarını, lojmanları filan. Devamı
Başlıktaki soruyu yanlış kurduğumu düşünüyor olabilirsiniz. Endişe etmeyin, bende de sizde de bir sorun yok.
Normal bir demokraside muhalefet, birleşerek ya da tek tek, iktidara gelmek ister.
Bunun yolu iktidar partisini seçimde yenmektir.
Ama kabul edelim ki normal bir ülkede yaşamıyoruz. Devamı
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Rize gezisi, gezinin içeriği ve anlamından daha çok, davetli gazeteciler üzerinden tartışıldı.
O niye çağrıldı, bu niye otobüsteydi, sen de mi İmamoğlu filan…
Tartışmanın genel seviyesi de bu düzlemde gerçekleşti.
Belli ki halkımızın Recep Tayyip Erdoğan’a karşı olan bir kesimi, gün gelir de kendisi iktidar fırsatı bulursa, Recep Tayyip Erdoğan gibi davranmak eğiliminde. Devamı
Memleketin haline, marketlerdeki, vitrinlerdeki fiyatlara bakıyorum da galiba sonunda milletçe Stoacı olacağız.
Stoacı mutluluk formülü son derece basit çünkü.
1 – Karnını doyuracak kadar yiyecek.
2 – Örtünmeni sağlayacak kadar giysi.
3 – Barınmana yetecek kadar bir kulübe.
4 – Bilimin ve erdemin sırlarına birlikte varabilmek için sohbet edebileceğiniz dostlar.
Tasavvuftaki “bir lokma, bir hırka” felsefesini de çağrıştırıyor.
Zaruri ihtiyaçlardan fazlasını istemenin ve onun peşine düşmenin bizleri asıl mutluluk kaynağından uzaklaştırdığını anlatan bir bakış.
Tabii bunu tek başınıza gerçekleştirmeye de kalkışmayacaksınız, en azından bir grubun içinde olmalısınız ki sizi elinde bir dilim kuru ekmek ve partal giysilerle görenler “deli” muamelesi yapmasınlar.
Güzel ve yalnız ülkemizin, artık mutsuz insanların diyarı olduğu ile ilgili haberleri okumuşsunuzdur.
10 yıl önce sorulduğunda her 100 TC vatandaşından 89’u mutlu olduğu yanıtını verirmiş.
Bu yıl yapılan araştırmaya göre ise “mutluyum” yanıtını verenlerin sayısı 42.
IPSOS’un her yıl düzenli olarak 30 ülkede yaptığı “mutluluk” araştırmasına göre Türkiye, artık dibe vurmuş durumda.
Dünyanın en mutsuz insanlarıyız!
Gerçi bunun için bir araştırma yapmaya da ihtiyaç var mı, bilmiyorum.
Sokakta yürürken, otobüs durağında beklerken, metroda yürüyen merdivenden çıkarken, kahvehanede tavla atarken, kısacası her yerde bu mutsuzluk adeta elle tutulabilir hale gelmiş durumda.
Elbette çok değişik nedenleri var.
Haruki Murakami’nin, “Sahilde Kafka” isimli romanında bir kütüphane görevlisi olan Oşima, romanın baş karakteri Kafka Tamura’ya şöyle diyordu:
“Mutluluğun bir tek türü vardır, ama mutsuzluk bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir.”
Toplumumuzda gözle görülür, elle tutulur bir mutsuzluk var.
Ağır bir atmosfer içinde yaşıyoruz.
Bir yandan da hayat devam ediyor.
Kalıcı bir mutsuzluk içinde yaşayamayacağımızı bilmek, bunun toplumumuzu tedavisi zor bir depresyona sokmasını önlemek zorundayız.
Bir silkinip, bu halimizi üzerimizden atmamız gerekiyor.
İngilizcede “resilience” diye bir kelime var.
Dirençlilik, zorlukları yenme gücü anlamına geliyor.
Tüm zorluklar, belirsizlikler ve değişim karşısında ‘yılmazlığımızı’, ‘esnekliğimizi’ koruyabilmek, zor zamanlarda var olabilmek, her şeye rağmen iyi olabilmek için “resilience kasımızı” güçlendirmemiz lazım.
Zor zamanlarda, hayatın tadını çıkarmaya çalışmak, bize dayatılan mutsuzluk ile baş edebilmenin en doğru yolu olmalı.
Sanıyorum önce ilk iş televizyondaki haber kanallarından uzak durmak olmalı.
Haber kanallarındaki açık oturumları izlememek bir tür ruhsal detoks etkisi yaratıyor bende.
Ayrıca benim açımdan bunun bir diğer yararı da şu: Her gün bir televizyon kırıp, yenisini almaya bütçem ne kadar süre dayanabilirdi?
Alain de Botton, “Romantik Hareket – Seks, Alışveriş ve Roman” isimli kitabında, kronik mutsuzluğa karşı “kendinden kaçmak için okumak” adını verdiği bir yolu öneriyor.
Bildiğiniz çok satan polisiyelerin okunmasından söz ediyor, ciddiye alınmayacak, boş hayaller kurduracak kitaplar.
Da Vinci Şifresi, Panama Terzisi, Şibumi (bu son ikisi favori polisiye romanlarımdır, okumadıysanız bu hafta sonunuzu bunlara ayırabilirsiniz) gibi romanları okurken insan şunu fark ediyor:
Kimse ölümden korkmuyor, kimsenin canı sıkılmıyor, kimse durduk yerde bir şarkı dinleyince hülyalara dalmıyor.
Ortada Hz. İsa’nın gizli yönlerini ortaya çıkaracak bir şifrenin ele geçirilmesi gibi ciddi bir sorun varken ya da bir kredi kartı darbesiyle kötüleri cehennemin dibine yollarken elbette televizyondan yükselen “o ses”i duymuyorsunuz bile ki burası “çokomelli”!
Bu tür kitaplar, sadece “o ses”i duymamızı engellemiyor, bizleri içe bakışın ezasından ve cefasından kurtarmaya yarıyor.
Alain de Botton şöyle yazmış:
“(Okuyucuyu) bu tür kitaplar okumaya iten neden, bilmediği şeyleri keşfetmek değildi, aksine bilmediği şeylerin içine düşmeyi engelleyebilmekti. Peşinde olduğu şey tutarlılık da değildi, eğer bir şeyden korkuyorsa okumak isteyeceği son şey, korkusunu dile getiren bir kitap olurdu. Afrikalı bir silah kaçakçısının, onu takip eden birinci sınıf bir sahil korumadan kaçarken yaşadığı korkuyu okumak hoşuna gidebilirdi belki, ne de olsa söz konusu olan kendi korkusu değildi.”
Bu tür kitaplar içerdikleri gerilimle okuyucuyu kendilerine bağlıyorlar elbette.
Ama o gerilim, okuyucunun kendisine dönük psikolojik ve kişisel sorularıyla ilgisi olmayan, zararsız ve güvenli bir gerilim.
Kendinizi sorgulamaya, kendinizi gözlemlemeye ihtiyaç duymuyorsunuz, bu tür “çok satanları” okurken.
Aynı şekilde toplum olarak yaşadığımız sorunları da kısa bir süreliğine de olsa bir kenara bırakmaya yarıyor.
Benim için filmler ve diziler de benzeri bir görevi yerine getiriyor.
Jason Statham ya da Steven Seagal’ın oynadığı filmleri tek geçerim.
Ellerinde tabancalar, bıçaklar, tüfeklerle o da yetmedi doğrudan doğruya yumruklarıyla bütün kötüleri öldürüp duruyorlar.
Geçen gün Digitürk’te Guy Ritchie’nin yönettiği, Jason Statham’ın oynadığı Wrath of Man (İntikam Vakti) isimli filmi izledim. 2021 yapımı bir film.
İzlerken o kötü insanların yüzlerinin yerinde “kendi kötülerinizi” hayal etmenize de bir engel yok, cezası da yok.
Tabii bunu yüksek sesle sağda solda anlatmaya kalkmayın, aman diyeyim!
Statham’ı ilk Snatch’de izlemiştim, o günden beri “adamım”!
Kötülerin belası olmuş, gerektiğinde onlardan bile kötü olmayı da başarabiliyor ki hangimiz “birilerine” böyle yapmayı zaman zaman aklımızdan geçirmiyoruz?
Instagram da böyle bir etki yaratabiliyor.
Mutsuz insan yok sanki.
Güzel sahiller, muazzam sofralar, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler filan.
Tabii herkes mutlu olmak istiyor ve olmak da yetmiyor mutlu olduğunu göstermek de bir ihtiyaç.
Ne yapıyorsak hepsi “mutlu olma” isteğimizin yarattığı dürtüden kaynaklanıyor.
Kimse “mutsuz” olmak için çabalamıyor ama mutsuzluk salgın bir hastalık gibi yayıldıkça yayılıyor.
Öte yandan ne mutlu Türküm diyene ki mutsuzluk içinde kıvranıp duruyoruz!
Hayır, kafayı üşütmedim, merak etmeyin televizyondaki “Salı naklen yayınlarını” da dinlemiyorum.
Toprağı bol olsun Nietzche’ye göre mutlu olma isteği, insanların mutsuzluğunun en önemli nedeni.
Mutluluğa ulaşmak için bazı şeyleri yapmak zorunda kalmamız, mutsuzluğumuzun temelini oluşturuyor.
Bu yüzden Nietzche arkadaşlarına yazdığı mektupları şöyle bitirirmiş:
“Bana değer veren herkese acı, keder, hastalık, kötü muamele ve hakaret dilerim. Dilerim ki hürmetsizlikten, güvensizlik ve yenilginin perişanlığından mahrum kalmasınlar.”
Nietzche, herhangi iyi bir şeye ulaşmak için geçilmesi gereken yolun acıdan başladığına inanıyor.
İyi bir şiir ya da mükemmel bir roman yazacaksanız acılı bir süreçten geçmeniz lazım. Okulu bitirmek için de bir işi başarıp meslekte yükselmek için de.
Kim bilir, belki de büyüklerimizin memleketimizi bu hale getirmelerinin nedeni mutluluğa kısa yoldan ulaşmamızı istediklerindendir.
Bunca acıyı çekiyor olmamızın nedenini mutluluğa ulaşmak için ödememiz gereken bir bedel olarak görmek, bizi mutlu eder mi dersiniz?
Bertrand Russel, insanın ilkel dürtüsünün zevk peşinde koşmaktan daha çok acıdan kaçınma yönünde olduğunu düşünmüştü.
Ona göre bu “bir çekiş değil itiş” olarak tanımlanmalıydı.
Acı olasılığının varlığının, bizleri o eylemden uzaklaştırdığına dikkat çekiyordu.
Ben nihayetinde filozof değil, bir gazeteciyim ve benim bulduğum çözümler farkına varmış olabileceğiniz gibi daha uygulanabilir ve kolay çözümler.
Önerim şudur:
Bakın bayram tatili de geldi. Sevdiğiniz insanın elinden tutun ve tabiatın canlanışını hissedebileceğiniz bir yere gidin.
Çiçek açan ağaçlar, yumurtadan yeni çıkmış kuşların cıvıltısı, sabah esintisini yüzünüzde hissetmek!
Sevgilinizin saçını okşayıp, bir öpücük kondurmak.
Dünyayı ve memleketin makus talihini değiştirmeye yetmez bunlar ama size iyi gelir, güvenin bana!
(*) Yazının başlığını Güney Afrikalı Eddy Grant’ın şarkısından aldım: Gimme hope Jo’Anna, before the morning come!
Apartheid döneminin bu protest şarkısıyla sanırım sizler de çok zıplamışsınızdır. Bu günlerde mutluluk için en çok ihtiyacımız olan şey de “umut” sanırım.
Adı konulmamış bir apartheid döneminden geçerken sarılacak bir umut!
—————————–
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan dönüşü uçakta topladığı gazeteci süsü verilmiş mürettebata “önemli mesajlar” verdi.
Bu önemli mesajları vermek için niye uçağa binmesi gerekti demeyin.
Uçakların bulunduğu yüksekliklere özel olarak ayarlanan kabin basıncı ve kabine verilen taze oksijenin zihne belli bir küşayiş verdiğini biliyoruz.
Onun bir sonucu olmalı. Devamı
Bu hafta Hollywood’dan bildiriyorum: Jennifer Lopez ile Ben Affleck, geçtiğimiz hafta bir kez daha nişanlandı.
Nişana beni davet etmemişlerdi, kırılmadım tabii. Aslında iyi de oldu, oralara kadar gidip çeyrek takmak olmazdı zaten!
Ama düğüne çağırırlarsa altınımı alıp gideceğim tabii, belki “elaj mori momice, nakas naja liljance” diye piste fırlar, bizim Rumeli usulü bir damat halayı bile çekerim! Devamı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine Dolmabahçe Sarayı’nda bir iftar daveti verdi.
Davetli kuruluşlar ne kadar “sivil”, bunu bilmiyorum.
Bizde de tıpkı ABD ve Avrupa’da olduğu gibi “sivil” görünümlü böyle çok sayıda kuruluş var.
“Doğan görünümlü Şahin” gibiler, sivil görünüyorlar ama kamu kaynaklarıyla finanse ediliyor, kamu kaynaklarını kullanıyorlar. Devamı