Aşksız hayat harcanmış demektir
‘ŞAHANE bir aşk, çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir’ diye başlıyor Ahmet Ümit’in son romanı Sultan’ı Öldürmek (Everest Yayınları).
Ahmet Ümit, yeni yayımlanan bu romanıyla beni bir kez daha uykusuz bıraktı. Bu kez bir yandan Komiser Nevzat’ın bir cinayeti çözüşünü izledim, bir yandan da Osmanlı’nın “derin devleti” ile tanıştım.
Romanı burada anlatıp polisiye okuyucularının tadını kaçırmak istemem elbette. Okumanızı öneririm, şimdi vaktiniz yoksa da yaz tatilinde okursanız iyi vakit geçirebilirsiniz.
Romanın girişinde yer alan ve bir bölümün de başlığı olan bu yukarıda aktardığım cümle ile ilgili bir şeyler yazmak istiyorum: “Şahane bir aşk, çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir”.
Şahane aşklar, hayatlarımızı harcamamıza mı yol açarlar? Yoksa “şahane bir aşk peşinde harcadığımız hayat”, aslında hayatımızın gerçekten yaşanmış tek bölümü müdür?
Rus kozmonot Valentina Tereshkova, uzaya çıktığında kendisini “canlı” tutan şeyin uzay aracı ile yer istasyonu arasındaki radyo bağlantısından gelen sesler olduğunu anlatıyor.
Uzaya çıkan insanlar için en önemli sorunun “duyumsal yoksunluk” olduğunu anlatıyor, uzaya çıkan ilk insan Yuri Gagarin de!
Normal şartlar altında “duyumsal yoksunluk” durumu çok kolay karşılaşılamayacak bir durum.
Gözümüzün önünden her an birçok görüntü geçip gidiyor, sesler işitiyoruz, iletişim kuruyoruz, dokunuyoruz, sürekli olarak bir şeyler hissediyoruz. Bunlar yaşadığımızı bir kez daha kavramamıza neden oluyor, algımızı ve ilgimizi açık tutuyor.
Meşhur köpek deneylerinden hatırlayacağınız Pavlov’un, geçirdiği bir kazadan sonra bir göz ve bir kulağı dışında bütün duyu organlarını kaybetmiş bir hasta ile ilgili bir gözlemi var. Hastanın sağlam kalan duyu organları kapatıldığında, hastanın doğrudan doğruya bir tür uyku haline geçtiğini gözlemlemiş.
Benzeri durum, uzay psikolojisinde “duyumsal yoksunluk” diye tanımlanan bir şey.
Beyne çevreden hiçbir uyarının gelmemesi durumunu açıklıyor ve bu nedenle astronotlar, kozmonotlar uzay aracının içinde uyuyup kalmasınlar diye yer istasyonuyla hiç kesilmeyen bir bağlantı kuruluyor. Müzik çalıyor, hiçbir şey olmasa bile astronot uzay merkezindeki koşuşturmayı, konuşmaları dinliyor.
Aşkın da bizler gibi sıradan insanlar için böyle bir etki yarattığını düşünürüm.
Evet, teorik olarak bir toplumun içinde yaşadığımız için hiçbir zaman astronotlar gibi “duyumsal yoksunluk” çekmiyoruz ama yaşadığımız da sıradan anlardan ibaret.
Aradaki farkın ne olduğunu gerçekten âşık olanlar bilebilir. Edip Cansever de böyle yazmış zaten: “Aşk iyidir bak / duyumunu arttırır insanın!” Âşık olduğunuzda çevrenizde olup bitenlere ilginiz daha açık olur. Çalan bir şarkı, atonal bile olsa, sizi başka bir evrene götürebilir. Normalde saatlerce baksanız bir şey anlayamayacağınız bir modern resme, âşık iken bakarsanız içinizde bir yerleri kıpırdatacak bir detayı kolayca bulabilirsiniz.
Kısacası yaşadığınızı hissedersiniz. Hele de körkütük âşık olduysanız!
Hayatın her aşamasında karşılaştığınız şeye bir anlam yüklersiniz. Algınız açık olur, normal zamanda hiç ilgilenmeyeceğiniz bir durumla karşılaşmak bile duygularınızı harekete geçirir. Onun için Ahmet Ümit’in bu önermesine katılamıyorum.
Şahane bir aşk, harcanmış bir hayat değildir. Tam tersine, şahane bir aşk, yaşadığımız hayatın hiç olmazsa o bölümünün anlamlı olmasını sağlar. Yaşandığını gösterir, harcandığını değil.
Ein blick, kein zurück!
BİR toplantı için geldiğim Münih’te başlıktaki bu sözü bir otobüsün üzerindeki reklam panosunda gördüm. Almanca bilmiyorum tabii, ama Münih’te bu hiç problem değil. Oturduğum kafedeki Türk garsona sordum, “Bu ne demek” diye.
“Bir bakış, geri dönüş yok” diye tercüme etti.
Bu bir akıllı telefon reklamı ama otobüsün üzerindeki dev reklam afişinde en geniş alanı kaplayan görüntü çok güzel bir kadının görüntüsüydü. “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” şarkısındaki gibi bir sonuç veriyor insanın üzerinde.
Tabii şu şarkıyı da mırıldanabilirsiniz: “O gün ki gördüm seni / yaktın ah yaktın beni”!
“Bir görüşte aşk”a inanır mısınız bilmiyorum. Zor bir şey olsa gerek. Nasıl birisi olduğunu, neler düşündüğünü bilmediğiniz bir insana bir kere bakacaksınız ve sonra âşık olacaksınız.
Gerçek bir aşktan söz ediyorsak, biraz daha fazlası gerekir gibi geliyor bana. Oturup konuşmak, tanımak, birlikte gülebilmek, birlikte bir şeyler yapmaktan zevk alabilmek. Ondan öncesi olsa olsa bir “ilgi kayması” olabilir: Fiziksel herhangi bir özellikten etkilenerek insanın, karşısındaki insana doğru bir çekim hissetmesi yani. Kadının çok güzel, erkeğin “six pack” olması gerekmez bu ilgi kayması için. Gözlerdeki bakışa yükleyeceğiniz bir anlam, gülerken dudaklarının aldığı şekil ve en çok da “bu dünyanın dışındaymış gibi” görünmesi gibi “ilginizi çekecek” herhangi bir şeyden söz ediyorum. Ve en çok da “bakış”tan. Gözler bunun için önemlidir.
Bahar geldi, yakında kiraz da çıkar, birisine hâlâ âşık olamamış olanların biraz sıkıntı, biraz iç daralması yaşayacakları bir dönem bu.
“Ein blick, kein zurück” bu dönem için basit bir reklam sloganı sayılmaz. Yeter ki çevrenize bakmayı bilin.
Bilim dergilerinin lideri Türkiye’de
YILLAR önce Gelişim Yayınları’nda çalışırken Bilim Dergisi isimli bir dergi yayımlardık. Hıncal Uluç, Genel Yayın Müdürü idi, ben de onun yardımcısı. Atilla Koryürek Yazıişleri Müdürlüğü görevini yürütürdü, Kurthan Fişek de yazı yazma işini!
O dergide şöyle bir haber yayımlanmıştı: Çok yakın gelecekte bilgisayar teknolojisi öyle gelişecek ki, birbiriyle hiç ilgisi olmayan insanları bile aynı fotoğraf karesinde görebileceğiz. Örnek olarak da komik bir örnek veriliyordu: Hitler’i, İngiltere Kraliçesi’nin taç giyme töreninde ön sırada otururken görebilirsiniz!
Bu “hayal”, yayımlanmasından yaklaşık on yıl sonra gerçekleşti. Forrest Gump filminde en iyi ilk örneklerini gördük, şimdi çocuklar bile bir photoshop programıyla istedikleri insanları bir araya getirebiliyorlar. O haberi Popular Science dergisinden aktarmıştık.
Bu derginin bir özelliği, bilimsel gelişmeleri popülarize edip, herkesin anlayabileceği bir hale getirmesi ise bir diğer özelliği de bugün hayatımızda olan birçok şeyi yıllar önce yazmasıdır.
Ve şimdi o dergi Türkiye’de, Türkçe olarak yayımlandı. İlk sayısını matbaadan çıkar çıkmaz heyecanla okudum. Yine birçok “gelecekten haber” var, hangisini ömrümün sınırları içinde görebileceğim kim bilir?
Popular Science dergisinin ilk sayısının beni en çok çeken yönü, derginin içinde video seyredebilmek oldu. Bedava olarak yüklediğim bir uygulama sayesinde, cep telefonumu derginin üzerine tutunca fotoğraflar hareketleniyor, uzay gemileri gözümün önünden uçup boşluğa doğru fırlıyor. Türkiye dergi yayıncılığı için önemli bir ilk bu ve yakında kim bilir daha neler göreceğiz. Popular Science’ı seveceksiniz.