Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bir ’hayır vakfında’servet nasıl birikir?

MİLLİ Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in “Davul benim boynumda, tokmak başkasının elinde” diyerek Milli Eğitim Vakfı yönetimini ele geçirmesinin ardından karşılıklı suçlamalar da devam ediyor.

Konuyla ilgili ayrıntılı haberleri bugün Hürriyet’te okuyacaksınız.

Birçok kişi hatırlamıyordur; ama bu vakıf, 12 Eylül askeri yönetiminin “parlak buluşu” olarak, darbeden beş-altı ay sonra yaşamımıza girdi.

Bülent Ecevit’in de 12 Eylül yönetimine muhalefet amacıyla yayımladığı Arayış Dergisi’nde devlet hizmetlerinin iyileştirilmesi işinin bu tür vakıflara devredilmesinin yanlışlığını yazdığını ve bu yüzden başının belaya girdiğini de hatırlıyorum.

Vakfın amacı, her kademedeki eğitim kurumlarında eğitim ve öğretimin nitelik ve niceliğinin artırılması için kaynak sağlamak olarak belirlenmişti.

Hükümetin vakıf yönetimini ele geçirmek için başlattığı girişim, eski vakıf yönetimi tarafından “rant kavgası” olarak açıklanıyor ki zaten kimin yönettiğinden bağımsız olarak üzerinde durmamız gereken konu da bu.

Vakfın eski yöneticilerinin açıklamalarına göre 35 trilyonu bulan “likit” varlığı var. Vakfın bağışlar yoluyla elde ettiği gayrimenkullerin toplam değeri ise 100 trilyonu buluyormuş.

Bu “servetten” kimin rant elde edeceğini tartışmadan önce bu tür vakıfların varlıklarının nasıl olup da bu kadar büyüyebildiğinin üzerinde durmalıyız.

Türkiye’nin dört bir yanında sobası yanmayan, sıralarında oturulamayan yüzlerce okul var. Bir yurt bulamadığı için okula gidemeyen on binlerce kız çocuğumuz var. Birçok yörede yeni okul binası olmadığı için üçlü, dörtlü eğitim yapılan okullar var?

Bu tablo ortadayken, amacı “eğitim ve öğretimin nitelik ve niceliğini artırmak” olan bir vakıfta nasıl olup da bu kadar büyük bir servet birikebildiğini de sorgulamak gerek.

Vakıf, amacına uygun çalışmış olsaydı bu kadar para birikebilir miydi? Bunu ciddi olarak düşünmeliyiz.

Ortaya çıkıyor ki bu tür vakıflar feshedilip, servetleri genel bütçenin içine katılmadığı sürece bu tartışmayı her iktidar değişikliğinde yaşayacağız.

Piknik, kent kültürünün bir parçasıdır

İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi, kent çevresindeki mesire yerlerine jeton ile çalışan elektrikli veya doğal gazlı ızgaralar koymak için çalışmalara başladı.

Park ve Bahçeler Müdürü İhsan Şimşek, sahil şeritleri ve parklarda piknik yapılıp mangallar yakılmasının kentin imajını olumsuz etkilediğini söylüyor. Jetonlu mangallar bu amaçla konulacakmış ki bu uygulama yangın tehlikesini önlemek için de doğru bir girişim olabilir.

Pazar günü yüksekçe bir yerden Boğaz kıyılarını seyreden birisi, çıkan kesif dumana bakarak sahilde bir yerlerin yandığını düşünebilirdi.

Neredeyse her ağacın altında bir mangal yanıyor, insanlar çoluk çocuk piknik yapıyordu.

Çocukluğumda biz de neredeyse bütün mahalle pikniğe giderdik.

Hazırlıklar hafta ortasında başlar, herkes kendince bir şeyler hazırlardı.

Zeytinyağlı dolmalar, kuru köfteler, kadınbudu köfte, haşlanmış yumurta, peynir, zeytin, domates, değişik börekler, kızartmalar…

Hepsi soğuk olarak yenilebilen, kolayca taşınabilen yiyeceklerdi bunlar.

Kimsenin mangalını sırtlayıp pikniğe taşıdığını görmüş değilim. Bir nedeni, ızgaranın kokusu nedeniyle “et-balık almaya gücü yetmeyenlere karşı ayıp olmasın” gerekçesinden kaynaklanıyorsa, diğer nedeni de “yangın çıkar” endişesiydi.

Öyle görünüyor ki kentlerimiz büyüyor, içinde yaşayanların sayısı artıyor; ama bu tür hassasiyetleri olan gerçek kentlilerin sayısı giderek azalıyor!

Piknik yapmak, kent kültürünün ayrılmaz bir parçası. Zaten tabiatın içinde yaşayan köylüler neden piknik yapmak ihtiyacı duysunlar ki?

Belli ki göçler kentlerimizi “iri köylere” dönüştürdükçe, nasıl piknik yapılacağını bilenlerin sayısı da azalıyor.

Çeteleşmeye karşı sıfır tolerans

GÜNGÖR Uras, dünkü Milliyet’te yayımlanan yazısında New York’un bir suç kenti olmaktan nasıl kurtarıldığını tatlı tatlı anlatıyordu.

New York kent merkezinde asayişin yeniden sağlanmasının en önemli nedeni, “sıfır tolerans” uygulamasıymış.

Polis örgütü içindeki çürük unsurlara ve en küçük suç işleyenlere bile karşı “sıfır tolerans”.

Gazeteler yazdı: Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan el bombaları MKE’nin ordu için yapıp orduya teslim ettiği bombalar.

Danıştay saldırısının ardından gözaltına alınan sanıklardan birinin evinde de yine ordu için yapılmış el bombaları bulunmuştu.

Yaşama biçimimizi tehdit eden teröre karşı şimdi Silahlı Kuvvetler’den böyle bir “sıfır tolerans” uygulaması beklemek hakkımız.

Bu bombalar kışlalardan nasıl çıkıp katillerin eline geçti?

Bu sorunun yanıtını almak ve her kademedeki sorumlularının cezalandırıldıklarını görmek için çok beklememeliyiz.