Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Hiç olmazsa bir yanlıştan dönüldü

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, “Çamlıca’ya İstanbul’un her yerinden görünen cami” projesini açıklayıp, bu iş için Kahramanmaraş’ta görüp beğendiği bir caminin mimarını görevlendirdiğinde bunun yanlış bir tutum olduğunu yazmıştım.

Cami illa ki yapılacaksa hiç olmazsa mimari bir değer taşımalıydı ve bunun için bir mimari proje yarışması açılması gerekirdi.

Dün Hürriyet’te gördüğüm bir ilan yanlışlıktan dönüldüğünü gösteriyor.

Çamlıca’daki cami için bir mimari proje yarışması açılmış, birinciye 300 bin lira gibi ciddi bir ödül de vaat ediliyor
.

“Ben yazdım da böyle oldu”
diyecek halim yok tabii. Büyük olasılıkla cami için büyük bağışlar yapacakları açıklanan işadamları, bunun daha doğru olduğunu düşün-düler, aklın yolu bir ne de olsa.

Elbette seçimi yapacakjürinin niteliği de önemlidir, dilerim ki işten anlayanlar, estetik zevki gelişmiş, uzman mimarlar jüride yer alsınlar, “yandaşlık” bu işte bir seçim ölçütü olmasın.

Hürriyet’te pazar günü yayımlanan bir habere göre Başbakan, memleketi Rize Güneysu’da 1200 metre yükseklikteki tepeye de bir orman ve büyük bir cami yapılması talimatını vermiş.

Kaymakam, cami inşaatının bir ay içinde başlayabileceğini söylüyor.

Oysa o tepede 1910 yılında kesme taştan yapılmış bir küçük cami var.
1963 yılında restore de edilmiş. Ama Başbakan’ın “her yere büyük cami yapalım” merakı belli ki o tepedeki o zarif camiyi de gölgede bırakacak.

Ne diyeyim, Başbakan’ın bu merakı hayırlara vesile olsun!

NOT: Dün, proje yarışmasının ayrıntılarını öğrenmek için ilanda verilen internet adresine ulaşmaya çalıştım ama site bir türlü açılmadı.

HSYK savcılar arasında ayrım mı yapıyor?

İSTANBUL Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı Aykut Cengiz Engin emekli oldu. Bu vesileyle bir konuyu yeniden hatırlatmak istiyorum.

Engin’in telefonları, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı iken, emrindeki savcılar tarafından istenen bir mahkeme izniyle dinlenmişti
.

Dinleme izni, Ergenekon soruşturması çerçevesinde verilmişti. Ancak telefon konuşmalarında bir suç izine rastlanmadığı için daha sonra dinleme izni kaldırılmıştı.

İlginç olan şey, bu olayı Engin’in de bizlerle birlikte öğrenmesiydi.

Savcılar, o tarihte yapmaları gereken bir işi yapmamışlardı çünkü.

Dinleme ile ilgili yasa ve yönetmelik, o tarihte dinlenilen kişinin görüşmelerinde soruşturulan suç ile ilgili bir kanıt elde edilmediğinde, durumun telefonu dinlenen kişiye bildirilerek, kayıtlı görüşmelerin ve tutanaklarının imha edilmesini emrediyordu.

Engin
’in telefonlarını dinleyen savcılar ise buna uymamışlardı.

Emekli başsavcının daha sonra bununla ilgili olarak bir suç duyurusunda bulunduğunu da biliyoruz ama sonucuyla ilgili bir gelişme olduğunu duymadık.

Bir başsavcı için istenen dinleme izni ile ilgili olarak mahkemeye hangi ciddi kanıtlar sunulmuştu ki yargıç, kentin başsavcısının telefonlarını dinleme iznini vermişti?

Bunu HSYK’nın soruşturması gerekmez miydi?

Başsavcıya bağlı olarak çalışan savcılar, neden yasa ve yönetmeliklere uymamıştı?
Bir başsavcıya bile bu yapılabiliyorsa, o savcıların konuyla ilgili diğer faaliyetlerinin de HSYK tarafından soruşturulması gerekmez miydi?

HSYK, Deniz Feneri savcılarının gözünün yaşına bakmadı, yargılanmaları için izin verdi ve savcıların yargılanmaları, Deniz Feneri davasından önce de bitecek gibi görünüyor.

Ama aynı HSYK, bir başsavcıya karşı işlenen bu suçu görmezden geldi.
Görmezden gelmediyse de açtığı soruşturmanın sonuçlarını o kadar iyi saklamayı başardı ki, kimsenin bundan haberi yok.

HSYK’nın savcılar arasında bir ayrım yapıp yapmadığını da bu vesileyle yeniden düşündüm.

Başsavcı Aykut Cengiz Engin’e emeklilik yaşamında mutluluklar dilerken, bu eski olayı da tekrar hatırlatayım istedim. Belki HSYK bununla ilgili bir açıklama yapar, ben de sizlerle paylaşırım.

İşkenceci ama sürekli terfi ediyor

BU ülkede işkence ve kötü muamele suçunun neden bir türlü engellenemediğini ve engellenemeyeceğini gösteren bir tayin işlemi yapıldı.

İsmi önemli değil, bir polis yöneticisi, bir büyük ilimizin emniyet müdür yardımcılığına atandı ve bu görevinde terörle mücadeleden sorumlu olacak.

Bir polisin terfi edilip böyle görevlere getirilmesinde tuhaflık yok tabi.

Tuhaf olan söz konusu polisin adının iki kez işkenceye karışması ve ikisinde de Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkûm edilerek, tazminat ödemek zorunda kalmış olması
.

Polisin ilk vukuatı, 1996 yılında sekiz kişiye işkence yapan beş polisin arasında olması. 2002 yılında sonuçlanan davada zamanaşımının dolmasına bir gün kala 14 ay hapis cezası ve üç ay meslekten men cezası verilmiş, ama hapis cezası ertelenmiş.

AİHM bu davada, Türkiye’yi “işkencenin saptanmasına karşın sorumlularının cezalandırılmadığı” gerekçesiyle mahkûm etmiş.

Polis müdürü, bu dava sürerken ikinci bir işkence olayına karışıyor: 1997 yılında gözaltına alınan

15 kişiye işkence yapılması ve bir kadına gözaltında bulunduğu sırada tecavüz edilmesi.

Şikâyetler üzerine soruşturmada takipsizlik kararı verilmiş, AİHM ise Türkiye’yi konuyla ilgili olarak “etkin yargılama yapmadığı için” mahkûm etmiş.

Ve şimdi öğreniyoruz ki böyle olaylara karışan bu polis, sürekli terfi edebilmiş, şimdi de bir büyük ilimize emniyet müdür yardımcısı olarak atanmış!

Böyle bir ülkede işkence ve kötü muamele nasıl önlensin?