Lozan’ı savunurken tutarlı olmak
AB Komisyonu Temsilcisi Kretschmer’in, Lozan ile ilgili sözlerine karşı basında ve siyasi çevrelerdeki tepkiye bakınca insanın ‘gözlerinin yaşarmaması’ mümkün değil.
‘Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz’ bir dönemmiş belli ki…
Lozan’ı savunurken tutarlı olmanın, bu savunmayı daha anlamlı kılacağına inanıyorum.
Cumartesi günkü yazımda bununla ilgili bazı sorular sormuştum, üzerinde hep birlikte düşünelim diye.
Bugün kaldığımız yerden devam edelim.
Lozan Anlaşması’nın, ‘azınlıklar’ ile ilgili bölümünün sonunda bir hüküm var. Bu hüküm Türkiye’deki gayrimüslimlere sağlanan hakların, Yunanistan’da yaşayan ‘Müslümanlara’ da uygulanmasını garanti altına alıyor.
Yunanistan’ın bu konudaki tavrı malum: O insanlar ‘Türk’ olduklarını iddia ediyorlar, Yunanistan ise onlara ‘Hayır siz Türk değil, Müslümansınız’ diyor.
Yunanistan’ın kendi vatandaşı olan insanlara karşı yaptığı ve Uluslararası Af Örgütü’nden tutun da, Helsinki İzleme raporlarına kadar birçok yerde eleştirilen bu muamele karşısında Türkiye’nin yaptığı şey nedir?
Bu soruya ‘Lozan’ı savunmak’ yanıtını , sınıfta kalacaklarını üzülerek yazmak zorundayım.
Türkiye’nin tutumu şu: Yunanistan’ın Lozan’ı ihlal etmesine, Lozan’ı ihlal ederek yanıt vermek!
Başka bir deyişle ‘karşılıklılık’ gibi bir garip kavramla yanıt vermek. Şöyle oluyor: Yunanistan, kendi vatandaşı olan bazı kişilerin insan olmaktan kaynaklanan haklarını tanımazlıktan geldiği için, Türkiye de kendi vatandaşı olan başka bazı insanları cezalandırıyor!
Bu nedenle de Yunanistan’ın tutumuyla uluslararası alanda gerektiği gibi mücadele edemiyor ve ‘Yunanistan’daki akrabalarımızın’ haklarını yeterince savunamıyoruz. Bunu yapamadığımız gibi Lozan’ı tartışılır hale getiriyor, ‘T.C. vatandaşı olan bazı insanları’ sadece dinleri ve dilleri çoğunluktan farklı diye cezalandırıyoruz.
‘Tutarlılık arıyorum’ derken, kastettiğim şey budur.
‘Ekümenik’ ama 100 papaza söz geçiremiyor!
FENER Rum Patriği’nin ‘evrensellik / ekümeniklik’ iddiası Türkiye’de bazı kişilerin tüylerini diken diken etmeye yetiyor.
İşte onları sevindirecek bir haber:
Ortodoks Dünyası’nın ‘kutsal toprakları’ olarak bilinen Aynaroz (Athos) Dağı’ndaki büyük manastır, bir süredir isyan eden papazlarla gündemde.
100 kadar papaz, Patrikhane ile Vatikan arasındaki yakınlaşmaya karşı çıkıyorlar.
Aynaroz Manastırı’nın yöneticileri, ‘isyancı’ papazları, bulundukları kiliseden çıkarmak istiyor. Bu amaçla papazların yaşamlarını sürdürdükleri binanın suyu, elektriği kesilmiş, içeri yiyecek sokulmasına da izin verilmiyor. Tam bir ‘kuşatma’ söz konusu yani.
En son olarak da Patrikhane yanlısı papazlar, isyancı papazlara saldırdılar ve içlerinden bazılarını sopayla döverek yaraladılar.
Ama isyan hálá sürüyor ve ‘Aynaroz Özerk Ortodoks Ruhani Cumhuriyeti’ diken üstünde oturmaya devam ediyor.
Bu haberleri okurken şöyle düşündüm: Patrik, ‘yüz tane papaza bile söz geçiremiyorsa ekümenik otoritesini nasıl koruyacak?’
Şener’den ‘içki’ dersi
AKP’li belediyelerin ‘Türkiye’yi İranlaştırma operasyonunun’ önemli ayaklarından birisi de ‘içki yasaklarını yaygınlaştırmak’ olduğu artık bir sır değil.
Operasyona son ‘yaratıcı katkı’ Ankara’nın Keçiören Belediyesi’nden geldi. Belediye, ‘alkollü içki de satan kuruyemişçi, büfe ve bakkalları’ saat 23.00’te kapatıyor. Alkol satmayan dükkánların ise saat 24.00’e kadar açık kalmalarına izin veriliyor.
Amaç, alkol satanı cezalandırmak, satmaktan vazgeçirmek.
AKP’li belediyelerin bu tür uygulamaları ülke genelinde hızla yaygınlaşırken dün Milliyet’te Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in şu sözlerini okudum: ‘Toplumda iki farklı yaşam biçimi var. Şarap veya içki nedir? Bir kesimin hayatının bir parçası, bir kesimin de hiç yaklaşmadığı bir nesne. Türkiye’nin bu meseleyi aşması ve farklılıklarını sevmesi lazım. Fakat siyaset, bu ayrımları derinleştirerek oy toplamaya veya kendi seçmen tabanını pekiştirmeye çalışıyor. Ülkeye faydalı bir iş yapmıyor. Ben tam tersi bir misyona soyundum. Farklı yaşama biçimine sahip insanların farklılıklarını sevebilmeyi başarıyorum.’
Pazar sabahı bu röportajı okuyunca ‘Oh be!’ dedim kendi kendime, ‘Türkiye’de aklı başında insanlar hálá var!’