HÜRRİYET

Patangonya’daki sağır sultan bile duydu!

BAŞBAKAN Yardımcısı Bülent Arınç, “tutuklu gazeteciler ve ifade özgürlüğü” konusunda ilginç şeyler söyledi:

“Eğer, ‘Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yeterli değil, aslında Terörle Mücadele Kanunu değişiklik istiyor’ deniliyorsa bugüne kadar yüksek sesle söylenmedi, kulağımıza üflendi sadece, lütfen bunu savunanlar, yüksek sesle, Terörle Mücadele Kanunu’nda ne değişmesi gerektiğini, hangi maddenin hangi sebeple özgürlükleri kısıtladığını söylesinler, bunun üzerine bir tartışma başlatalım.”
Arınç şöyle devam ediyor: “Olabilir ki ifade özgürlüğünü kısıtlayan hükümler Terörle Mücadele Kanunu’nda vardır, bunları kaldıralım diyebiliriz, bunları değiştirelim diyebiliriz. Ama ben bunu gazetelerin köşe yazılarında, meslek örgütlerinin başkan veya yöneticilerinin hazırladıkları rapor ve konuşmalarında da görmek istiyorum.”
Bülent Arınç’ın bu sözlerini okuyunca “Arınç bugüne kadar bu konu ile ilgili söylenen hiçbir şeyi duymamış olmalı” diye düşündüm.
Belli ki bir “algıda seçicilik” durumu söz konusu! Oysa internette küçük bir tarama ile bunlara kolayca ulaşabilirdi.
Bırakın daha mahkeme önüne bile çıkmadan hapis yatanları, bu yasadaki bazı hükümler nedeniyle sadece bir konuşma yaptığı için milletvekili olamayan bile var!
Öte yandan bu konudaki en önemli eleştirilerden biri de savcıların, içeri atmak istedikleri gazetecileri hayali bir terör örgütü üyeliği ile suçladıkları da bir başka gerçek.
Nedim Şener ve Ahmet Şık’a sorulan sorular neden yazdıkları kitaplar ve haberler ile ilgiliydi de terör örgütü bağlantıları ile ilgili değildi?
Arınç, basın özgürlüğü ile ilgili meselelerin kulaklarına üflendiğini, yüksek sesle söylenmediğini de belirtiyor.
Hadi bizim söylediklerimizi duymadı, daha önceki gün ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland bakın ne dedi: “Bakanımız İstanbul’dayken basın özgürlüğü konusunda ve özellikle de gazetecilere getirilen kısıtlamalar konusundaki kaygılarımızı net bir şekilde ifade etmişti. Görüşlerimizin Türkiye’deki yetkililerce bilinmesini sağlamayı ve Türkiye’deki durumu izlemeyi sürdüreceğiz.”
Bülent Arınç’a tekrar hatırlatmak isterim ki partisi 8 yıldır tek başına iktidarda, en az bir dört yıl daha bunun böyle süreceğini biliyoruz.
Dilinden “ileri demokrasi” sözünü düşürmeyen bir iktidarın, gerçek özgürlükleri sağlamak için başkasının bunu yüksek sesle söylemesi mi gerekiyor?

Katlanarak büyüyen sektör

İstanbul’da düzenlenen Moda Haftası’nı gazetelerden izliyor olmalısınız. Ben bazı etkinlikleri canlı olarak da izleme olanağı buldum.
Türkiye’nin moda ve markalaşma konusundaki ilerleyiş hızının giderek arttığını söylemek istiyorum.
Bir zamanlar yabancı markaların fason üretim merkezi olmaktan giderek kurtuluyoruz.
Bunu söylerken tekstil sanayiindeki fason üretim faaliyetini küçümsediğim zannedilmesin.
Muazzam bir sektör, çok ağır bir maliyet rekabetine rağmen işin lokomotifi olmayı sürdürüyor, bunu unutmamak gerek.
Ama moda sektörü gelişmeyen, kendi markalarını yaratamayan ülkelerin uzun vadede bu işten çok kazanabilmeleri de mümkün değil.
Bu yolda önemli bir gelişim olduğunu zaten biliyorduk, defilelerini izlediğim Damat ve Koton gibi önemli Türk markalarının yurtdışındaki mağaza sayılarındaki artışın tekstil sektöründeki katma değerin yükselmesini sağlayan bir faktör olduğunu görüyoruz.
Bunda elbette bir önceki dönemde görev yapan AKP hükümetinin de önemli katkısı ve rolü oldu, bunu da inkâr etmek haksızlık olur.
Ancak şunu da söylemeliyim ki İstanbul, hâlâ bu tür büyük etkinlikler için yeterli salonlara  sahip değil.
Çok büyük iki kongre merkezi var ama bu tür işler için uygun değil. İstanbul Moda Haftası’nın düzenlendiği çadıra tek şeritli bir yoldan ulaşılabildiğini ve otopark olanaklarının da son derece kısıtlı olduğunu söyleyebilirim.
Bu iş sadece moda ve tekstil sektörünün değil, genel olarak Türkiye’nin ve İstanbul’un tanıtımı açısından da önem taşıyor.
Büyükşehir Belediyesi’nin kenti yeniden planlarken bu tür ihtiyaçları da göz önüne almasında yarar var.

Bu savaşın bir galibi olmaz

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, El Cezire Televizyonu’na verdiği demeçte “Şu anda Türk askeri gemileri şüphesiz ki, birinci derecede kendi gemilerini korumakla mükelleftir. Birinci derecede adım bu. Ve bizim oraya yapacağımız insani yardımlar vardır. Ve bu insani yardımlarımız Mavi Marmara’da olduğu gibi artık herhangi bir saldırıya uğramayacaktır” dedi.
İsrail ambargosunun Gazze’de en temel insani ihtiyaçların bile karşılanmasına engel olduğunu, Türkiye’nin buna seyirci kalamayacağını söyledi.
Bu sözlerden benim anladığım şu:
Türkiye, yakında Gazze’ye yönelik bir yardım kampanyası başlatacak ve bu yardım malzemelerini götürecek olan gemilere Türk askeri gemileri eşlik edecek.
Bunun Türkiye ile İsrail arasında sıcak bir çatışmaya yol açma olasılığı da elbette çok yüksek.
Ama Başbakan herhalde bunun sonuçlarını göz önüne almıştır, kurusıkı bir tehditten ibaret olmayan bir yol izleyecektir.
Türkiye’yi uluslararası sularda bir askeri çatışmaya yöneltmek kişisel kanaatime göre kimse için hayırlı olmaz. Ne Türkiye için ne İsrail için ne de Gazze’de kitle halinde ölüme terk edilmek istenen insanlar için.
Onun için Başbakan bu yola yönelmeden önce Mısır ile Gazze arasındaki Refah Kapısı’nı kullanarak insani yardım malzemelerini ulaştırma yolunu seçmeli.
Nasıl olsa Mısır’a da gidiyor ve bu gidişinde Ortadoğu’daki itibarını kullanarak Mısır yöneticilerini buna ikna etmeli. Ne de olsa onlar da Müslüman ve Gazze halkının göz göre göre kırıma tabi tutulmasına sessiz kalmamalarını sağlamalı.
Günümüzde savaşların bir kazananı olmuyor, bunu aklından çıkarmamalı.