Sigara dumanının ucundaki ’barış’!
YUNANİSTAN Dışişleri Bakanı’nın İstanbul’daki 4. Türk-Yunan Medya Konferansı’nın açılışında söylediği sözleri dün Hürriyet’te okudunuz:
“Eski döneme ait başarısızlıkları bir yana bırakmamız lazım. Türkiye ile Yunanistan’ın, Almanya ile Fransa’nın başardığını başarabilecek güçte olduklarına inanıyorum.”
Bu sözlerin aynısını, bu konferansların “atası” sayılabilecek bir toplantıda daha duymuştum.
Türkiye ile Yunanistan’ın birbirlerine diş biledikleri, Kardak Krizi’nin daha çok sıcak olduğu günlerde UNESCO’nun girişimiyle düzenlenen bir Türk- Yunan gazetecileri “yuvarlak masa” toplantısında.
O toplantıda Fransızlar ile Almanların başardıklarını başarmaktaki en büyük güçlüğümüzün Türkler ve Yunanlıların birbirinin karbon kopyası iki halk olmasından kaynaklandığını söylediğimi hatırlıyorum.
İki ülkeyi sarsan depremlerden sonra başlayan yakınlaşma, her iki tarafta bu yakınlaşmayı dinamitlemek isteyen çok sayıdaki gruba rağmen inişli çıkışlı da olsa sürüyor.
Önceki akşam Yıldız Sarayı Silahhane’de düzenlenen yemek öncesindeki kokteylde Bakoyani’nin sözlerini tartıştığımız arkadaşlarıma bir “sahneyi” gösterdim.
“Bunu sakın kaçırmayın” dediğim “sahne” şöyleydi: Yangın tehlikesi nedeniyle sigara içmenin yasak olduğu Silahhane’de bir pencereyi açmış bir grup Yunan ve Türk gazeteci içtikleri sigaranın dumanını dışarıya doğru üflüyorlardı.
Sanki sigara içme yasağının nedeni, orada bulunanları “dumanaltı olmaktan” korumakmış gibi bir düşünce vardı belli ki akıllarında.
Bir görevli gelip kendilerini uyarana kadar da açık pencerenin önünde sigaralarını içmeye devam ettiler.
“Bu çatı altında buluşanlar, Almanlar ve Fransızlar olsaydı, bir görevlinin uyarısına gerek olur muydu?” diye sordum arkadaşlarıma.
Kimsenin moralini bozmak istemem ama sanırım Türkler ile Yunanlıların, neden Fransızlar ile Almanların başardıklarını gerçekleştirmekte çok zorlanacaklarını gösteren bir küçük ayrıntıydı bu.
Kim bilir, belki de bu sahne, aslında birbirimizle ne kadar aynı olduğumuzu, aramızdaki sorunların çözümünün de bunu anladığımız vakit çok kolay olacağını gösteren bir durumdu.
Sizce hangisi doğru?
Bakoyani, Bokayani olunca
AVRUPA Birliği ile üyelik sürecimizdeki önemli dönemeçlerden birinin öncesinde Yunan ve Türk Dışişleri Bakanları’nın buluşması gerçekten çok yerinde bir iş oldu.
Türkiye ile Yunanistan, aralarındaki sorunları çözme yolunda üçü askeri alanda olmak üzere 8 konuda mutabakata vardıklarını açıkladılar.
Abdullah Gül ve Dora Bakoyani bu kritik randevularının öncesinde 4. Türk-Yunan Medya Konferansı’nın açılışına katılıp, birer konuşma da yaptılar.
Abdullah Gül konuşmasına başlarken Bakoyani’nin adını “Bokayani” olarak telaffuz edince bunun bir dil sürçmesi olduğunu zannettim önce.
Gül konuşması boyunca aynı hatayı birkaç kere tekrarlayınca da “eyvah” dedim içimden, “kadın şimdi sinirden deli oluyor!”
Türkiye’de en yaygın olarak kullanılan bir isme ve soyadına sahibim.
Ancak zaman zaman adımı yanlış söyleyenlere de rastlıyorum. (En çok yanlış da Mehmet Ali şeklinde tezahür ediyor, acaba bende Mehmet Ali tipi mi var?) Bu duruma nasıl sinirlendiğimi bildiğim için de Bakoyani’nin neler düşünmüş olabileceğini tahmin ediyorum.
Belki dilimizin özelliklerinden, belki de buna özen göstermediğimizden yabancı isimleri söylerken kolayca hata yapabiliyoruz.
Ancak Dışişleri Bakanı’nın böyle bir lüksü olmamalı. Kiminle muhatap oluyorsa, hiç olmazsa onun ismini doğru telaffuz etmek için biraz çaba göstermeli.
Magazin şöhreti olmak zeká gerektirmiyor
ZAMAN zaman gazetelerde “magazin dünyasının” bazı kahramanlarının, sadece işlerini yapmaya çalışan basın mensuplarına karşı ne kadar kötü davrandıkları ile ilgili haberler okuyoruz.
Kimi fotoğraf çekmek isteyen muhabirlerin üzerine otomobilini sürüyor, kimi fotoğraf makinelerini alıp kırmaya çalışıyor. İşi fiziki şiddet boyutuna taşıyanlar bile çıkıyor.
Dün de gazetelerde şarkıcı Gülşen’in korumalarının, gazetecilere davranışları ile ilgili haberler vardı. Gülşen’in fotoğrafını çektirmemek için muhabirleri itip kakmışlar, terör estirmişler.
Magazin şöhreti olmakla zeká arasında doğrusal bir ilişki olmadığını gösteren örnekler bunlar.
Bu insanlar farkında değiller ki “şöhret” dedikleri şeyi aslında gazetelerde, televizyonlarda fotoğraflarının ve haberlerinin yayımlanıyor olmasına borçlular.
Gazetelerde üç gün kendilerinden söz edilmese nasıl bunalıma girip, gazetecilerin kapılarını aşındıracaklarını da eski örneklerden gayet iyi biliyorum.
Gazetelerin yazı işleri yöneticileri aralarında anlaşsalar ve böyle davrananlara karşı ciddi bir ambargo uygulasalar (çok değil, üç ay yeter bunları depresyona sokmak için) hepsinin nasıl süt dökmüş kedilere dönüştüklerini görme olanağımız da olur.