Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Şimdi okullu olduk

Yedi yaşında bir kızım var. İlkokul ikinci sınıfa gidecek. Öğretmeni, bu sene ihtiyaç duyacakları kitap, defter gibi şeylerin listesini geçen yılın sonunda verdi. Bu yüzden okul öncesi alışveriş işini kolay halledebileceğimi zannediyordum.

Kızıma, tatilden dönmesinin gerekmediğini, listede yazılı olanlarla birlikte önlüğünü de benim alabileceğimi söyledim.

Bana verdiği cevap “Aman baba, sen ne alınacağından anlamazsın” oldu.

Bir arkadaşım da ortaokuldaki yeğeninin “Anlamıyorsunuz. Defterler Vakkorama olmazsa bu sene okula gidemem” dediğini nakletti.

Meğerse bütün sınıf aralarında anlaşmışlar. Ayakkabılar Lumberjack, defterler Vakkorama, çantalar da şimdi hatırlayamadığım bir marka olacakmış. Bu standartlara uymazsa arkadaşları onunla alay ederlermiş.

İstediği defterle, normal defter arasında 4-5 misline varan fiyat farkı bulunduğu gerçeği ise onu hiç ilgilendirmiyormuş.

Dün gazetelerde ilginç bir haber vardı.

Singapur’da öğrencilerin okula gelirken markalı giysiler giymeleri yasaklanmış.

Lüks mağazalarda son günlerde artan hırsızlık olaylarının arkasında gençlerin ünlü markalara olan talebinin yattığı anlaşılmış.

Hatta ünlü markalara olan tutku yüzünden gençlerden kaynaklanan otomobil hırsızlığı olaylarında da yüzde 20’lik bir artış varmış.

İstatistiklerle de desteklenen bu iddia üzerine Singapur’da okullar çocukların derslere gelirken ünlü marka giymelerini, çanta-kalem ve benzeri aksesuarları kullanmalarını yasaklamışlar.

Türkiye’de henüz okula giderken “marka” giyme tutkusu bu derecelere varmış değil herhalde.

Belki okulların hala tek tip önlükte ısrar etmelerinin bir nedeni de bu.

Ancak yine de marka tutkusu, bir virüs gibi herkesi sarabiliyor. “Tek tip hale getirilemeyen” ayakkabı, kalem, defter, çanta gibi şeylerde kendisini ortaya koyuyor.

Ama bunda çocukları suçlayamıyorum.

Kızımın okulundan da biliyorum ki, öğretmen sene başında alınacak defter vesairede aşırıya kaçınılmamasını, ihtiyacı görecek kaliteyle yetinilmesini sıkı sıkıya tembih ediyor.

Ama yine de kendi çocukluklarında hiçbir şey görmemiş olan biz görgüsüz veliler en acayip kalemleri, en şık silgileri, ithal çantaları çocuklarımıza almakta birbirlerimizle yarış ediyoruz.

Hatta bunu ülkenin kalkınmışlığının bir ölçütüymüş gibi de değerlendiriyoruz.

“Türkiye nasıl da ilerledi, artık bizde de herşey var” diye kendimizi tatmin ediyoruz.

Turgut Özal’dan beri aydınlarımız arasında yaygınlaşan bir eğilimi dışa vuruyoruz.

Bireysel zenginlik gösterilerinin, toplumsal gelişmenin bir ölçüsü olduğunu zannediyoruz.

Devekuşu gibi kendi çevremizdeki zenginliklerin pembe bulutlarına gömdüğümüz kafamız, etrafımızda olup bitenleri görmemizi engelliyor.

Sonra da birer marka tutkunu haline gelen çocuklarımıza bakıp kendimizi teselli ediyoruz.

“Abi, bu dünyanın her yerinde böyle.. Ben İtalya’dayken…” diye başlayan konuşmalar alıp başını gidiyor.

“Dünyanın her yeri” kavramının içine “Türkiye’nin bir çok yeri”nin girmediğini ihmal ediyoruz.

Türkiye’nin gerçekleriyle karşılaştığımızda da, hayatı boyunca uçakların “business” mevkilerinde yolculuk edip de bir gün yanlışlıkla “turist class”a binenlerin geçirdiği şaşkınlığı geçiriyoruz.

Bugün birer marka tutkunu haline dönüştürdüğümüz çocuklarımız yarın karşımıza geçip şu fıkrayı anlatırlarsa da eminim hiç birimiz gülmeyeceğiz.

Öğretmen, sorduğu soruyu bilemeyen genç Temel’e çıkışır: “Büyük İskender” senin yaşındayken dünyanın yarısını fethetmişti.”

Temel istifini hiç bozmaz: “Ama onun hocası Aristo’ydu hocam!”

Günah keçisi

Son günlerde gazete sütunlarına yansıyanlar arasında, kendisinden istenen üç milyon liralık yardımı yapamadığı için çocuğunu okula kaydettiremeyen babalar var.

Devletten istediği ödeneği alamadığı için okulun temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarını bilemeyen okul idarecileri var.

Çocuğuna 5 milyon liralık çantayı rahatlıkla aldığı halde, okulun kaloriferinin yanması için 500 bin lira bağış yapmaktan kaçınanlar da bizim içimizde yaşıyor…

Özelleştirmenin en ateşli savunucularından olup, gazetelerindeki köşelerinde okula yardım toplayarak eğitimi “bir tür özelleştiren” okul idarecilerini eleştirenlerin çelişkisini yazacak değilim.

Ama bütün bir toplum, hepimiz birbirimizin gözünün içine bakarak vergi kaçırırken, okulların ihtiyaçları nasıl karşılanacak, bunu düşünen yok.

Okulların “insaf ölçüsünde” topladıkları yardımlarla ayakta kalabildiklerini, çocuklarımızın kışın üşümemeleri, yazı yazacak bir tahta, oturacak bir sıra bulabilmeleri için bu yardımların da gerekli olduğunu unutmamalıyız.

Çocuklarımızı öğretmenlere ve okul yöneticilerine emanet ediyoruz. Onlara karşı biraz daha insaflı, biraz daha ölçülü olmalıyız.