RADİKAL

Ölümsüz aşkın peşinde

Elizabeth Taylor, “Richard Burton ile geçirdiğim zamanın bir dakikasından bile vazgeçemem. Biz birer mıknatıs gibiydik, hem karşı konulmaz bir biçimde birbirimize doğru çekilen hem de birbirimizi aynı güçle uzaklaştıran” demiş.

Richard Burton da Liz’den ikinci kez boşandıktan sonra gazetecilere “Aşkımız o kadar öfkeli ki birbirimizi yakıyoruz” diye konuşmuş.
Bizim kuşağın gençlik yılları bu iki yıldızın fırtınalı aşklarına tanıklık ederek geçti. Kaç defa birleşip, kaç defa ayrıldılar bilemiyorum ama sanıyorum ikisinin aşklarını ‘ölümsüz’ diye nitelemekte de bir sakınca yok.
‘Menekşe gözlü yıldız’ın (Gazeteler Liz Taylor’dan böyle söz ederlerdi) dünyanın en çok fotoğrafı çekilen elmas koleksiyonu da bu ‘yılların eskitemediği aşkın’ bir sonucuydu.
Gençlik yıllarında birisi dünyanın en güzel kadını, öteki dünyanın en yakışıklı erkeğiydi. Her ikisinin kapısında da kendilerini sevmeye hazır neredeyse birer ordu bekliyordu. Bu yüzden her ayrılıklarının ardından ‘çivi çiviyi söker’ düşüncesiyle yeni ilişkilere kolayca geçebildiler ama her defasında birbirlerine döndüler, karşı konulmaz biçimde birbirlerine doğru çekildiler..
Yaygın inanış aşkın bir gün gelip biteceğini kabul ediyor. Hatta aşkın insan kimyasının bir sonucu olduğuna inananlar, telaffuz edilmesi zor bazı hormon isimleri de vererek, bunların nasıl salgılandığını ve belirli bir süre sonunda bu salgının nasıl etkisini yitirip, aşkı öldürdüğünü neredeyse matematik kesinlikte ifade edebiliyorlar.
İnsan davranışlarına hâkim olan böyle kesin kuralların varlığına inanmıyorum. Eğer bu yaklaşım doğru olsaydı dünyanın her yerinde, her koşulda, her tür insanın aşk öyküsü birbirinin aynı olurdu. Böyle olmadığını biliyoruz.
Ancak bir türlü açıklayamadığımız şey bazı insanların nasıl olup da neredeyse ölümsüz bir aşkla birbirlerini sevebilmeyi başardıkları.
Alışkanlıklardan, zaman içinde hiç ayrılamayacak iki dost haline gelmekten söz etmiyorum. Tıpkı Liz ve Burton’unki gibi yaşanan onca fırtınaya rağmen ölmeyen, zamana direnen aşklardan söz ediyorum.
Acaba diyorum, bu aşkları ölümsüz yapan şey içindeki fırtınanın varlığını korumayı başarabilmesi mi?
Birbirini seven iki insanın zaman içinde birbirlerinin içinde eridiğini biliyoruz. Aşk ilişkisi, ayrı ayrı kişilikleri sanki bir potada eritiyor ve insan kişiliğini yeni bir potaya döküyor. Adeta iki kişilikten, yepyeni bir tek kişilik çıkıyor. Nitekim eski dostumuz Gasset de “Sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendi dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağı tanıdığı en yüce etkinliktir sevgi” diyor.
Sanıyorum işin sırrı ‘fırtınayı’ korumayı başarabilmekte yatıyor. Bunun için de çok güçlü iki kişilik gerekli. Aynı potada erimeyi kabul etmeyen, birbirine benzemeye direnen iki güçlü kişilik… Tıpkı Liz’in sözünü ettiği mıknatıs gibi.
Kendimizi ruhsal bir hareketlilik içinde bulmamız birbirine zıt iki insani duygunun sonucu: Sevginin ve nefretin.. Sevgi bizi karşımızdakine doğru çeken bir güç yaratırken, nefret ondan itiyor, uzaklaştırmaya çalışıyor. Demek ki bitmeyecek bir duygu fırtınası için bu ikisinin bir arada var olması şart.
“Büyük aşklar, nefretlerden doğar” derler. Bence çok yanlış. Büyük aşk için nefreti de korumak gerekiyor. Garip gibi görünüyor ama galiba gerçek bu..