Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bir daha çal Sam!

Filmlerdeki bazı replikleri ezberleyerek sohbet sırasında yerli yersiz kullananlar dışında film izleyicilerinin ezici çoğunluğu sinemanın kapısından çıkarken, içerde az önce seyrettikleri filmde dinledikleri sözleri hatırlamazlar.

Bunun birkaç istisnası vardır: Onun nedeni de benim gibi insan hayatı için çok da gerekli olmayan birçok şeyi aklında tutabilen tiplerin bu sözleri yerli yersiz tekrarlayarak, ezberletmiş olmalarıdır.

Bunun şahikası da Bogart’ın, Kazablanka’da söylediği “Bir daha çal Sam” olsa gerek!

Düşünün, filmi hiç seyretmeyenler bile bu sözü bilirler.

Google’da “Bir daha çal Sam” yazarsanız, yarım saniyede 3 milyon 800 bin sonuç çıkıyor.

“Play it again Sam” yazarsanız çıkan sonuç dudak uçuklatıcı: 674 milyon!

Öylesine meşhur olmuş bir replik ki Woody Allen, adı bu olan bir tiyatro oyunu bile yazdı, neredeyse dünyanın bütün dillerinde (Türkçe de dahil) oyun sahneye kondu.

Bogart’ın o kendinden emin ve hiçbir şeye pabuç bırakmaz edasıyla söylediği bu repliğin bir kötü tarafı var ki aslında kendisinden çok daha anlamlı bir repliğin hakkını yemiş olmasıdır.

Filmi izleyenlerin gözünün önüne gelebilir:

Bogart’ın oynadığı karakter, “As time goes by” (zaman geçip giderken) şarkısının Kazablanka’daki kulübünde çalınmasını yasaklamıştır.

Çünkü bu şarkı, çekip gitmiş bir sevgiliyi hatırlatır.

Kulüpteki odasında şarkının ilk notalarını duyduğunda hışımla yerinden kalkar ve şarkının o eski sevgilinin isteği üzerine çalınmakta olduğunu anlar.

Filmdeki “sevgili”, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından biri sayılması lazım gelen Ingrid Bergman idi.

1.80’lik boyu, Boticelli’nin fırçasından çıkmış kadar orantılı yüzüyle bir Kuzeyli tanrıçaydı.
Ama onu çağdaşı diğer güzel film oyuncusu kadınlardan ayıran şey zekasıydı.
Kendisini aşağılayan, alçaltan ve kontrolü altına alıp ezmek isteyen Hollywood’un kalıplaşmış kurallarına isyan eden bir karakterdi.
Sinema yaşamının zirvesindeyken, İtalya’da, Stromboli’nin çekimi sırasında yönetmen Roberto Rosselini’ye aşık oldu ve kocası ile kızını terk etti. (Günümüzün önemli oyuncularından İsabella Rossellini, bu ikinci evliliğinden doğan kızıdır.)
O yılların muhafazakâr Amerika’sında yeni sevgilisinden hamile kalarak çocuğunu terk eden bir kadının, Hollywood’da barınmasına artık olanak yoktur deniliyordu.
İyice yaşlandığında o günleri şöyle değerlendirecekti:
“Önce azizelikten fahişeliğe düştüm, sonra tekrar azizeliğe yükseldim. Üstelik bunların hepsini bir ömre sığdırdım.”
Ama o direndi, oynamak istemediği hiçbir rolü filmlerinde oynamadığı gibi, kendi hayatında da oynamadı.
Selznick’in önerdiği bir rolü reddederken şöyle demişti:
“Bu filmi yapmayacağım. Çünkü bu hikâyeye inanmıyorum. Kadın kahraman bir entelektüel ve entelektüel bir kadın böyle körü körüne âşık olamaz.”

Lafı uzattım, Bergman, piyanist Sam rolünü oynayan Dooley Wilson’dan bu “yasak şarkıyı” istemişti. Gel de Bergman gibi bir kadının isteğine karşı koy!

Şarkının ilk notaları piyanodan yükseldiğinde Bogart, şarkıya koyduğu yasağın neden delindiğini anlayınca o meşhur sözü Sam’e söylemeden önce kendi kendine şunu söyler:

“O dayanabiliyorsa, ben de dayanırım.”

Ve piyaniste seslenir: “Bir daha çal Sam!”

Bence bu filmin asıl repliği de odur zaten: “O dayanabiliyorsa, ben de dayanırım.”

Âşıklar arasında eşitsiz bir ilişki vardır. Mutlaka biri, diğerinden daha çok âşıktır çünkü.

Aslında her iki taraf için de bu geçerlidir. Her iki taraf da daha çok sevenin, daha çok fedakârlık yapanın kendisi olduğunu düşünür. Eşitsizlik bu yüzden doğar, somut bir temele dayandığından değil.

Ve âşık kişi bu yüzden hep mahzun hisseder kendisini. Âşığa melankolik bir hava veren de budur zaten.

Şu ya da bu nedenle yaralandığını hissettiği zaman önce yıkılır, sonra diklenmeye çalışır: O dayanabiliyorsa, ben de dayanırım!

İşin ilginç tarafı, bu yokluğa dayanabileceğini düşündüğü sevgilisi de aynı şeyleri tersinden yaşıyordur o sırada. Ama bunu bilmez, bilemez.

Sonuç çok basittir aslında: Gerçekten seviyor ve seviliyorsan o da dayanamaz, sen de dayanamazsın!

Kazablanka, gelmiş geçmiş filmler içinde “en iyi aşk filmi” diye bilinir ama sadece tesadüflerin ürünüdür.

Tıpkı aşk gibi!

Aşk da planlanamaz, öngörülemez, güdülemez.

Bugün Kazablanka’yı hatırlamamıza neden olan ne varsa hepsi tesadüflerin sonucuydu.

Film önce Ronald Reagan (sonradan ABD Başkanı), Ann Sheridan ve Dennis Morgan ile çekilmek üzere planlanmıştı. Reagan’ın ve menajerlerinin senaryoyu neden geri çevirdiğini kimse bilmiyor. Humphrey Bogart’ın yerine Ronald Reagan, Ingrid Bergman’ın yerine Ann Sheridan! Bunun gerçek bir “kaza” değilse, nedir?
Bogart’ın bugün daha çok “cool” diye tanımlayabileceğimiz, “kendine güvenen, alaycı, yalnız adam” tipinin filme katkısının olmadığını kim söyleyebilir? Ya da yönetmen Curtiz, Bergman’ın kontürleri ince uçlu bir kalemle çizilmiş gibi duran masum yüzünün kıvrımlarından fışkıran şehvet yüklü ifadesini sık sık yakın plan çekimlerle perdeye aktarmamış olsaydı, bu film anılarımızda bu kadar derin izler bırakabilir miydi?
Tesadüf bununla da sınırlı değil. Filmi nasıl Bogart ve Bergman olmadan hayal dahi edemiyorsak, ünlü şarkısı “As time goes by” olmadan da hayal edemeyiz.

Şarkının seyircide bıraktığı iz ve neredeyse seyreden her kişide uyandırdığı romantizm filme esas ruhunu veren önemli ayrıntılardan biridir.

Filmin müziklerini dönemin en verimli bestecisi kabul edilen Max Steiner yazmıştı. “As time goes by” hariç… Bu şarkı Herman Hupfeld tarafından bir Broadway müzikali için yazılmış, filmin senaryosu da bu oyundan yola çıkılarak yazıldığı için gelip “kurdela”nın merkezine yerleşmişti.

Genç okuyucular bilmez, eskiden eleştirmenlerin filmlerden söz ederken “kurdela” demeleri de havalı bir şeydi!

Steiner buna itiraz etti. Parçadan hoşlanmadığını söyledi. Yeni düzenlediği başka şarkının filmde kullanılması için yapımcı Hal Wallis’i ikna etti. Wallis paraya kıymaya ve sahneyi Steiner’in şarkısıyla yeniden çekmeye karar verdi.
Ancak bir tek şeyi hesaplamamıştı: Tam o sıralarda Bergman, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” filmi için saçlarını kısacık kestirmişti ve sahnenin yeniden çekilmesi artık mümkün olamayacaktı. Steiner, sonucu çaresiz kabullendi.
Kazablanka, bu “kaza”ların bir araya gelmesiyle oluştu ama seyircinin hafızasındaki ölmez yerini; “romantik aşkın, her şart altında doğruyu yapmaktan vazgeçmemenin ve zorluklarla sınanmış bir özverinin öyküsü” olduğu için elde etti.

“Psikiyatri ve Sinema” isimli kitaplarında Gabbard kardeşler, filmi “kült” yapan ve modasının hiç geçmemesini sağlayan özelliklerini şöyle anlatıyorlar:
1 – Bogart ve Bergman’ın varlıkları.

2 – Filmin gerçekten hem başarılı ve ulvi hem de nostaljik güce sahip hem sahneden kaynaklanan hem de sahne dışından gelen müziğinin olması.

3 – Filmin geri planındaki “Ödipal sorunun” insanı rahatlatıp memnun edecek bir sonuca bağlanması.

4 – Filmin kanun kaçağı Amerikalı kahramanının 2. Dünya Savaşı koşullarında bile ayakta kalmayı başarabileceğini taahhüt eden bir mesajının olması.

Filmi kaç kere izlediğimi hatırlamama olanak yok.

Ama Gabbard kardeşlerin 3 ve 4 numaralı gerekçelerini okuduktan sonra eleştirmen Harvey Greenberg’in bu film için söylediği gibi “madem bu kadar duygusal, ben niye ağlıyorum ki” demeden de edemiyorum!

———————————-