Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Kalplerimizde hala yaşıyor

Kalplerimizde hala yaşıyor

Yeğenim Çınar, Ankara’da anaokuluna giderken bir 10 Kasım günü eve gözyaşları içinde döndü. Ne yaptıysak susturamadık.

Kim bilir kaçıncı “neden ağlıyorsun” sorusuna, hıçkırıklar arasında öfkeli bir çığlıkla yanıt verdi: “Bilmiyor musunuz, bugün 10 Kasım, Atatürk öldü.”
“Evet ama bugün ölmedi ki, çok oldu öleli” diye sakinleştirmeye çalıştık.

“Hayır siz bilmiyorsunuz” diye inledi: “O kalbimizde yaşıyordu ama bugün gerçekten de öldü.”

Belli ki o 10 Kasım günü okunan şiirler, arkasından yakılan ağıtlar, çocuğun kafasında Atatürk’ün artık kalplerimizde de öldüğü düşüncesini uyandırmıştı.
10 Kasım’ı bir ağlama ve ağıt yakma günü olmaktan çıkaralı çok oldu. İyi de oldu diye düşünüyorum.
Artık gazeteler 10 Kasım günü siyah logolarla yayımlanmıyor. Televizyon ve radyolarda bitmek bilmeyen bir matem programları yayınlanmıyor.

O yıllarda bile radyonun matem yayını bana çok tuhaf gelirdi. Uzun dalgadan Ankara ve İstanbul radyolarını, orta dalgadan Antalya radyosunu dinlediğimiz günlerden söz ediyorum. Matem yayını denilen şey, arasına haberler serpiştirilmiş Klasik Türk Müziği korosu ve Klasik Batı Müziği yayınlamaktı ve bu tür müzikleri severek dinleyenler için bunun nasıl bir matem tutma biçimi olabileceğini kavramakta zorluk çekiyordum.

Zaman içinde Atatürk’ü anmanın ağır matem müziği, ağlamaklı seslerle okunan şiirler ve Rumeli türküleri dinlemekle mümkün olamayacağını öğrendik.
Doğulu toplumlara özgü “anma” alışkanlığımız, yerini nispeten “batılı” bir bakışa bıraktı. Yalancı gözyaşları döküp, matem şarkıları dinlemek yerine, Atatürk’ü yaptıklarıyla, tarih içindeki konumunu tartışarak anıyoruz artık.

Bizler için büyük bir devrimciyi yeniden hatırlamak ve yaptıklarını bir kez daha düşünmek için bir vesile oluyor.

Bazı çevreler Mustafa Kemal Atatürk’ü hiçbir zaman sevmediler.
Sevemezdiler de zaten.
Düşüncelerinin ve yaptıklarının kendi varlıklarına bir tehdit olduğunu iyi biliyorlardı ve ortamına göre zaman zaman gizli, zaman zaman açıkça Atatürk düşmanlığı yapmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler.
Onlar için önemli olan yok edilmek istenilen bir ulusun yeniden ayağa kaldırılması, kendi gücüne güvenir hale getirilmesi değildi.

Onların kafası hala hilafetin kaldırılmasında, Türk kadınlarına toplum içinde geri döndürülemeyecek hakların sağlanmasında, laikliğin bir temel prensip olarak Türk devlet yaşamının merkezine konmasındaydı. Bunu içlerine hiçbir zaman sindiremediler.
Onlara hak vermesem de neden böyle düşünüp davrandıklarını anlayabiliyorum. Ve onlardan Mustafa Kemal’e hak ettiği değeri vermelerini de beklemiyorum.

Öte yandan tam tersi tutumlar da aslına bakarsanız aynı amaca hizmet ediyor.

Atatürk’ü putlaştırmaya varan ideolojik tutumdan söz ediyorum.

Bir de Atatürk’e muhalefet etmenin bir “aydınlık” ve “demokratlık” ölçüsü olduğunu zannedenler var.

Mustafa Kemal’i, devrimlerini yaparken halkı dikkate almamakla, tepeden inmecilikle, hatta diktatörlükle suçluyorlar.

Çağımızın değerleri ve kavramlarıyla, tarihin belli bir dönemini açıklamaya ve anlatmaya çalışmak ciddi bir yöntem hatası.

Bugünün kavramlarının, tarihin o döneminde henüz küçük fikir kırıntıları bile olmadığı gerçeğini unutuyorlar.
Tarih söz konusu olduğunda dikkate alınması gereken şey, o tarihsel olayın meydana geldiği dönem ve o dönemin özel koşullarıdır…
Kimse bugün eski Roma İmparatorlarını köle ticareti yapmakla suçlamıyor.

Bugün çok ağır bir insanlık suçunu oluşturan bu olay, tarihin o döneminde geçerli olan ahlak anlayışı ve toplumsal kurallara göre normal bir şeydi.
O günün koşullarında yepyeni bir ulusu şekillendiren, bir ümmet toplumundan bir ulusal toplum yaratan, bugünkü Türkiye’yi benzeri İslam toplumlarından ayrıştıran laik devrimi gerçekleştiren, kadınlara o günün koşullarında birçok “medeni” sayılan ülkede bile verilemeyen hakların verilmesini sağlayan bir devrimciydi Mustafa Kemal.
Amin Maalouf, “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri” isimli kitabında, İslam toplumlarındaki “Batı” düşmanlığının kökenlerinin 11. yüzyılın son yıllarında başlayan ve 14. yüzyıla kadar süren Haçlı Seferleri’nde aranması gerektiğini söylüyor.
12. yüzyıla kadar medeniyetin ve çağdaş bilginin beşiği olan İslam toplumlarının, bu tarihten itibaren Batı’dan gelen ve önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, insanları kitleler halinde imha eden Haçlı Seferleri karşısında kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldığını biliyoruz.
İki yüzyıl süresince özellikle Lübnan, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da hüküm süren güçlü Haçlı devletleri karşısında varlığını korumak için “düşman Batı” ile her türlü ilişkisini asgariye indiren İslam toplumları, bilim ve felsefe alanlarında da geriye doğru bir gidiş yaşadı.
O yıllar Batı’da Rönesans’ın temellerinin atılmakta olduğu yıllardı.

Hıristiyan Batı, kendisine göre medeniyet bakımından daha ileri olan Müslümanlardan kendisine gereken her şeyi almasını bildi, bunu Rönesans’la birlikte yeni bir senteze ulaştırdı. Buna karşılık İslam toplumları kendi içine kapanıp kalmanın bedelini bilimsel ve felsefi alanda ödemek zorunda kaldı. Bu bedeli hâlâ da ödüyoruz.
Günümüzün tutucu İslam felsefesinin, Batı’ya ilişkin her şeyi reddetmesinin altında da büyük bir ihtimalle Haçlı Seferleri’nin toplumsal hafızalarımıza kazınmış kötü anılarının etkisi yatıyor.
Mustafa Kemal’in en önemli yönü bence burada ortaya çıkıyor.

Medenileşmenin, Batı’nın bilim ve felsefesini yadsıyarak sağlanamayacağının farkındaydı. Doğulu bir İslam toplumundan, batılı bir İslam toplumu yaratma hedefini kendisine koyduğu zaman, yüzlerce yıllık bu etkinin kolaylıkla silinip silinmeyeceğinden de sanıyorum pek emin değildi.

Bugün bile herkese son derece radikal gelen eylem ve davranışlarının altında yüzlerce yıllık bu kaderi değiştirme isteği yatıyor olmalıydı.
İslam topraklarındaki Haçlı egemenliğine kılıçlarıyla son veren Türklerin, İslam toplumlarının Batı’ya ve Batılılaşmaya olan korkularını yenme deneyiminin de öncülüğünü yapıyor olmasını Atatürk’ün Batıcı vizyonuna borçluyuz.

Ona Türk toplumu olarak çok şeyler borçluyuz.

Hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.

——————————