Dört ay önce “büyük bir aşk” yaşamaya başlayan Alina Boz ile Umut Evirgen’i görenler “çifte kumrular gibiler” diyormuş. Çift kasım ayı sonunda evlenecek ve uzun bir balayına çıkacakmış.
Onlar muradına ererken bizler de kerevetine çıkarız diye umuyor ve bu birbirine yakışan çifte mutluluklar diliyorum.
Pişmiş aşa su katmak için değil ama bir meslek büyüğümü rahmetle anmak için Ahmet Rasim’in şu sözünü hatırladım: “Birbiriyle evlenmemeleri icap edenler varsa onlar da birbirlerine âşık olanlardır.”
Ahmet Rasim deyince bir saygı duruşu için ara verelim ve Tatyos Efendi’nin, onun sözleri üzerine yazdığı aksak usullü uşşak şarkıyı hatırlayalım:
“Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel.”
Ahmet Rasim bu sözleri kendisine altı çocuk veren eşinden aldığı “ilhamla” yazmıştı. Rahmetli, evlere barklara sığan bir tip değildi.
Yine feneri meyhanede söndürdüğü bir sabahın akşamında “arkadaşlarla iki tek atıp geleceğim” diye evden çıkmaya yeltenince eşi Sadberk Hanım mutfaktan seslenmiş: Sakın geç kalma, erken gel!
10Haber’den Müge Dağıstanlı’nın olay yerinden bildirdiğine göre Umut Bey kardeşimiz, müstakbel eşi Alina Hanım kızımızdan bir söz istemiş: “Eski aşkları kıskanmak yok!”
Alina Hanım bunu nasıl başarabilir, şu anda kestiremiyorum.
Çünkü eski defterleri karıştırmak gibi olmasın, Umut Bey’in “mazideki sevgililer listesi”, Real Madrid’in kadın takımı gibi: Las Galaktikas!
Tuba Büyüküstün, Farah Zeynep Abdullah, Melisa Şenolsun, Serenay Sarıkaya, Demet Özdemir ilk elde aklıma gelenler!
Müge’nin yazdığına göre Evirgen, eski aşkların kıskançlıklarından çok çekmiş. Hatta içlerinden biri kıskançlık krizi geçirip evi darmadağın etmiş, kırılmadık şey bırakmamış. Evi eski haline getirmek için 2 milyon lira harcamak gerekmiş! Reis’in henüz kendisini iktisatçı zannetmediği günlerin 2 milyonu, dikkatinizi çekerim!
Kötü bir deneyim olduğunu kabul ediyorum ama eski bir müşteri ve ağabeyi olarak şunu da söylemek zorundayım ki kıskançlık, insanlık tarihi kadar eski ve normal bir duygudur.
Bir aşk ilişkisinde kıskançlık, ilişkinin doğası gereği yaşanır.
Tabii aşırı olan her şeyin anormal bir duruma dönüşeceğini aklımızdan da çıkarmayalım.
Âdem ile Havva’nın çocukları, Habil – Kabil öyküsünü hatırlayalım ki hem eskiliğini hem de aşırılığın yaratacağı zararları benim uzun uzun anlatmama gerek kalmasın.
Bu öykü, birçok dini öykü gibi Sümer mitolojisine kadar dayanıyor, Yahudi, Hristiyan ve Müslüman inancında da yeri var.
İbn – i İshak’ın aktardığı sahih olmayan bir hadise göre de işin içinde “kız meselesi” var. Habil ve Kabil birer ikiz kız kardeşe sahiplermiş ve onlara birbirlerinin kız kardeşleriyle evlenmeleri emredilmiş. Kabil’in kız kardeşi daha güzelmiş, Kabil kıskanıp, Habil’i öldürmüş, ben dedikoducu din alimlerinin yalancısıyım.
Bir aşk ilişkisinde, kıskançlık bir tek anlama gelir:
Sevdiğin, âşık olduğun insanın, seni değil de bir başkasını tercih etmesinden duyulan endişe!
Fransız filozof Littre’ye göre “kıskançlık yoksa, aşk da yoktur”.
Bu en yaygın kabul gören görüş. Eğer seni kıskanmıyorsa, önemsemiyor demektir!
Bu aslına bakarsanız ahlaki açıdan da kıskançlığı meşru bir yere oturtuyor.
Ama gerçek hayatta olaylar, bu kadar basit değil.
Shakespeare, Otello’da şöyle diyor: “Kıskançlık, beslendiği etle alay eden yeşil gözlü canavardır.”
Rahmetli anneannem tabii şair ya da oyun yazarı olmadığı için böyle ifade edememiş, şunu söylemişti: Her şeyin azı karar, çoğu zarar!
Kıskançlık konusunda çizilmesi gereken çizgi buradan geçiyor.
Bir insana durduk yerde âşık olmayız.
Bir şeyleri bizi çeker ve o çeken şeylere zihnimizde öyle değerler atfederiz ki bu değerler, o kişiyi gözümüzde ulaşılmaz, eşi bulunmaz bir konuma yerleştirir.
Özünde bencillikten kaynaklanan bir durumdur.
Benim gibi mükemmel bir insan, sıradan bir yaratığa âşık olabilir mi? Asla.
Onun için âşık olduğumuz kişiye bazen hiç sahip olmadığı vasıfları da yakıştırdığımız olur. Onları sadece “gönül gözü” görebilir, fani insanların gözleri değil!
Ve bu durum bizi diğer insanlara göre ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir. Kıskançlık, bundan beslenir, kökleri bu ayrıcalıklı topraktadır.
Kim ayrıcalıklarını kaybetmek ister?
Kıskançlık, sevdiğimiz, özel değerler atfettiğimiz insanın, bizden uzaklaşıp, başkalarına meyledebileceğine olan endişeden kaynaklanır.
Kendim tanık olmadım ama bu endişe ile sevgililerinin, eşlerinin telefonlarını, ceket ceplerini filan karıştıranlar bile olduğu söyleniyor!
Amerikalı felsefe profesörü Hugh LaFollette, Kişisel İlişkiler isimli kitabında cinsellik ile sevgi arasındaki bağlantıya dikkat çekerek, kıskançlığın tarihsel / kültürel temellerini “insan yavrusunun ihtiyaçlarının tek eşlilik ve kalıcılıkta olduğu” olgusuna bağlıyor.
Kadınlardan yüz bulamadığı için bir tür homongolos sayılabilecek Alman filozof Arthur Schopenhpauer, Aşkın Metafiziği’nde “kadın kıskançlığının kökenini” şöyle açıklıyor:
“Erkeğin aşkı doyum bulduğu andan itibaren belirgin şekilde azalır. Hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olduğu kadından daha fazla çekerler. Erkek değişiklik özler. Kadının aşkı ise, özellikle o andan sonra artmaya başlar. Bu, türü koruyup onun varlığını sürdürmeye bu bakımdan da olabildiğince fazla çoğalmaya yönelik doğanın amacının bir sonucudur. Kadın tek bir erkeğe sımsıkı sarılır; çünkü doğa ona içgüdüleri gereği ve hiç düşünmeden gelecekteki doğumun besleyicisini ve koruyucusunu yanında tutup, korumaya sürükler.”
Elbette bu açıklamayı “aşırı cinsiyetçi” bulabilirsiniz, bu yüzden kimse sizi eleştiremez.
Ama civarınızdaki erkeklere bakın, Schopenhauer’in sözünü ettiği şeylerden “izler” yakalayabilirsiniz.
Sonuç olarak bana ayrılan yerin sonuna yaklaşırken diyeceğim o ki eğer birisini kıskanmıyorsanız iki olasılık var: Ya o kişiye aşık değilsiniz, “bana ne, ne yaparsa yapsın” diye düşünüyorsunuz ya da “normal” değilsiniz.
Tabii “eşeğin gözüne su kaçırmadan!”
Kıskançlık duygusunun varlığı dozundaysa bir ilişkiyi canlı ve heyecanlı tutar ama doz aşımı da o ilişkinin giderek tükenişe yönelmesine neden olur.
Anlamsız ve temelsiz suçlamalara dönüşen kıskançlık gösterilerinden varılabilecek tek yer aile mahkemesi olabilir.
Alina Hanım, verdiği sözü ne kadar tutabilir, kendisi bile bilemez.
Böylece Latince paralamanın da zamanı geldi, bir rahmet de Terentius’a okuyalım: Homo sum; humani nihil a me alienum puto.
(İnsanım, insanca olan hiçbir şey bana yabancı değildir.)
——————————
