İliç’te büyük bir çevre felaketine yol açan altın madenini işleten Anagold isimli şirket, bilirkişi raporuna göre “asli kusurlu” değilmiş.
Bilirkişi, Kanada sermayesinin hâkim olduğu şirketin alt yüklenicileri yeterince denetim ve gözetime tabi tutmadığı için “tali kusurlu” olduğuna karar vermiş.
Bu durumda madene çalışma iznini veren, üç kez kapasite arttırmasını onaylayan, ÇED raporunun “olumlu” çıkmasını sağlayan “idare” de üçüncü derecede kusurlu oluyor sanırım.
Belli ki bu işte de “it ite, it de kuyruğuna” sistemi geçerli.
Her halde Murat Kurum’un madende yaşanan felaketin ardından kendi döneminin sorumlu tutulmasını “algı operasyonu” olarak değerlendirmesinin nedeni de bu.
Çünkü bence zaten Murat Kurum da bir “emir kulu” olarak ancak dördüncü derecede sorumlu tutulabilir.
Bilirkişinin, hangi özellikleriyle bilirkişi olduğunu bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim ki bu işte asli kusurlu her zaman ve her zaman Türkiye’yi kim yönetiyorsa odur.
İdare işini düzgün yapmış olsaydı zaten en başta bu madenin, bu şartlarla işletilmesine izin ve ruhsat vermemiş olması gerekirdi.
Barajlara bu kadar yakın bir bölgede, hem siyanürle altın çıkarma ruhsatı vereceksin hem de o madeni her gün gözetim altında tutmayıp, bunu sadece kâr motivasyonuyla hareket eden şirketlerden bekleyeceksin!
Madem başta bu izni verdin, her gün her saat orada gözünün kulağının açık olması gerekirdi ki böyle kazalar yaşanmadan önce müdahale edebilecek durumda ol.
İdare bunu yapmamış.
Kimin yapmadığını biliyoruz: Eski savcının rüşvet soruşturmasını kim örtbas ettirmeyi başardıysa o!
Geçen gün de yazdım, bizim memlekette bu tür büyük işlerde bir “damda gezen miyav diyen” vardır.
Kanadalı şirketin yerli ortağının kim olduğu bilgisi bile (Çalık Holding) bu işin arkasındaki siyasi iradenin kim olabileceği konusunda fikir veriyor.
Kanadalı şirkete bu işi yapacaksa kim ortak olarak alabileceği önceden fısıldanmıştır.
Kimi ortak alacağından tutun da hangi vakfa “bağış” yapacağına, ne kadar yapması gerektiğine kadar!
Onun için “asli kusurlu”, Fırat’ın kıyısında kaybolan kuzudan kim sorumluysa odur!
——————————–
Ölü çocuklar ordusu kazandı!
İsrail’in yakın bir gelecekte soykırım suçlusu olarak tarihe geçecek Başbakanı Netanyahu, Refah’a kara saldırısı başlatmamasına yönelik olarak yapılan uyarıları şöyle yanıtladı: O zaman savaşı kaybederiz!
Netanyahu farkında değil ama bu savaşı çoktan kaybetti.
Ölü çocuklar ve ölü kadın – erkek sivillerden oluşan silahsız bir orduya yenildi; sadece şu an için yenildiğinin farkında değil.
İsrail, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar yalnızlaşmamıştı.
İsrail’i bugün yöneten faşist çete kuşkusuz ki Refah’a da saldıracak ve sivilleri katledecek.
Artık attığı her adımın, sıktığı her kurşunun tek sonucu var: Sabıkası kabaracak!
Netanyahu da günün birinde Hitler gibi intihar mı eder, Mussolini gibi bacaklarından mı asılır, bilemiyorum.
Ancak elindeki silaha güvenip böyle dayılanan her faşistin sonunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz.
İnsanlık tarihinde çoluk çocuk demeden sivilleri katleden “soykırımcı bir canavar” olarak hatırlanacak.
—————————
Meğerse hepsi “dava” içinmiş!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “bize göre siyaset gölgede yürüme, istismarla mevzi kapma, her türlü pazarlığa hazır olma yarışı değildir” dedi.
Bu sözlerini okuduğumda bir tür “aydınlanma” yaşadığımı söylemeliyim ve doğrusunu isterseniz bu aydınlanmaya bağlı bir ferahlama da hissettim.
Hep merak ediyordum, Erdoğan nasıl oldu da kendisine en ağır hakaretleri bir makineli tüfek hızıyla söyleyebilen kişilerle aynı yolun yolcusu olabildi diye!
Mesela Devlet Bahçeli’nin Erdoğan için söylediği sözlerin onda biri kadar ağırını bir mahalle kahvesinde söyleseniz en azından kafanızda bir okey istekası kırarlar.
Erdoğan bunu yapmadığı gibi şimdi Bahçeli ile ballı börekli tabir edilecek bir yoldaşlık ilişkisi içinde.
Süleyman Soylu ya da Numan Kurtulmuş için de benzeri bir durum söz konusu.
Birisi her hangi bir Türk gencine, bunların Erdoğan’a söylediklerini söylese kıyamet kopar!
Sadece Türkiye’de değil, Yunanistan’dan İrlanda’ya kadar geniş bir coğrafyada o sözlerin hakkı kötektir!
Ama Erdoğan buna tevessül etmediği gibi bu arkadaşlara rüyalarında göremeyecekleri makamları da verdi. Birini bakan yaptı, diğerini önce kendisine yardımcı yaptı şimdi de TBMM Başkanlığı’nı verdi.
Bunları yaptığını görünce Erdoğan’ın “her türlü pazarlığa hazır olduğu” izlenimine kapılmış, kendisine yeteri kadar hakaret edebilirseniz bunun ödülünü siyasette alabileceğinizi düşünmeye de başlamıştım.
Tabii bunun bir şartı var: Sıradan bir vatandaş olarak, bu beylerin sözlerinin arasından söyleyebileceğiniz en hafifini seçip söyleseniz bile “hakaret etti” diye sizi hapse tıkabilirler.
Onun için bu tür sözleri söyleyebilme ehliyetine sahip olacaksınız.
O ehliyet ise Erdoğan’ı iktidarda tutabileceğiniz izlenimini verme yoluyla elde edilebiliyor.
Bir parti kurun ya da başına geçin, sağ siyasette birkaç yüz bin de olsa bir oy potansiyeli yaratın, sonrası serbest. Önce bir dizi hakaret sonra bakanlık mı istersiniz, partide üst düzey görev mi? Seç beğen al!
Tabii sadece Erdoğan gibi politikacıların değil biz sıradan vatandaşların bile bu tür hakaretleri yalayıp yutmamız zor.
Onun için de kendinize bunların “siyaset için yapılmadığını” telkin etmeniz gerekiyormuş, bu son sözlerinden bunu çıkardım.
Bütün bunları “dava için” yaptığınızı kendinize söyleyeceksiniz. Nitekim o da şöyle diyor:
“(Siyaset) Yüreğimize nakşettiğimiz siyaset davamız için hayal kurma, bu uğurda canı pahasına mücadele işidir.”
“Dava” denilince de akan sular duruyor zaten.
Sonra istediğinizi serbestçe yapabiliyorsunuz, soranlara, yaptıklarınızdan kıl kapanlara da aynı şeyi tekrarlıyorsunuz: Dava için!
Arada “davaya” başka şeyler de karışıyor ama olsun, soranlara onların da “dava için gerekli” olduğunu söyleyeceksiniz.
Sihirli bir reçete bu.
————————————-
