OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

İstanbul’u arıyorum, gözlerim faltaşı

Nur içinde yatsın, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde, Hristiyan nüfusu dengelemek amacıyla Anadolulu Müslüman Türkleri kente getirmek için ferman yayınlamıştı.

Önceleri gönüllülük esasına dayanan bu göç, Anadolu’da yerleşik Türklerin isteksizliği üzerine “zorunlu iskâna” çevrilmişti.

Tarihçi Philip Mansel, İstanbul’a zorla getirilenlerin kenti “bir eziyet ve ıstırap adası, felaketlerin toplandığı yer, fesat ve iflas kaynağı” olarak gördüklerini anlatıyor.

Bu dönemde Saray’daki bazı zevatın “şehri kıyamete kadar terk etmeyi ve harap etmeyi” önerdiklerini naklediyor. (Konstantinopolis: Dünyanın arzuladığı şehir, 1453 – 1924.)
İstanbul’a ne zaman güneşli bir havada baksam bu lanetli vasiyeti hatırlıyorum.

Gerçi yağmur ya da kar yağarken de aklımdan geçiyor ama “güneşli hava” edebi klişelere daha çok uyduğu için böyle yazdım; profesyonel deformasyon bu işte!

Doğrusunu isterseniz atalarımızın bu dileğini yerine getirmek için elimizden geleni ardımıza koymadık ama yine de şu koca İstanbul’u tüketip, bitiremedik.

O hâlâ en umulmadık köşesinden en beklenmeyen şekilde büyüleyici güzelliğiyle karşımıza dikiliyor ve bize meydan okuyor: Yıkılmadım, ayaktayım, dertlerimle baş başayım!

Bir halk masalına göre Tanrı, İstanbul Boğazı’nı yarattıktan sonra dünyadaki her kavimden bir temsilci huzura çıkıp kendilerine haksızlık yapıldığını söylemişler.

Tanrı da yarattığı dünyaya şöyle bir bakıp onlara hak vermiş.

“Merak etmeyin” demiş, “bu Boğaz’a öyle bir kavim yerleştireceğim ki bu güzellikten eser kalmayacak.”

İşte bu ilahi karar neticesinde buradayız ve Tanrı, haklı çıkmak için kanıt göstermek zorunda değildir.

Ben bu kentte doğmadım ve büyümedim ama hayatım burada geçti.

En önemlisi, bu şehirde âşık oldum.

Kızım bu şehirde doğdu; bu şehre aşk ile bağlı olmam için başka ne lazım ki?

Bir süredir bu şehrin sokaklarında dolaşırken tereddütler yaşıyorum: Burası benim İstanbul’um olabilir mi?

Şehrin dört bir yanını şekerciler sardı. Tatlıcılar, baklavacılar. Hepsini tek tek denedim; o sattıkları şey Türk baklavası değil. Ya da biz eskiden yediğimiz şeyin baklava olduğunu zannediyorduk, şimdi aslı geldi!

Bu mümkün olabilir mi?

Binyediyüzbilmemkaç senesinde kurulduğunu iddia eden, fesli bir adam portresinin logoyu süslediği tatlıcı var mesela. (*)

Nereye gitsem o karşıma çıkıyor. Benim bildiğim Hacı Bekir, Altan, İtimat ve Cafer vardı, bunu ne görmüş ne de duymuştum.

Gerçek baklava Develi ve Güllüoğlu’ydu.

Hacı Bekir’in lokumu ve akidesi, İtimat’ın Hindistan cevizli şekeri!

Rahmetli anneannem gittiği mevlitlerde kendisi yemez, Bahadır ile bana getirirdi. Hatırlayıp, yazarken gözlerim doldu.

Şehrimiz biz farkında olmadan usul usul değişiyor.

Beşiktaş’ta artık Kazan yok. Düşünün: Kazan’ın olmadığı bir Beşiktaş!

Siyah – Beyaz bir film gibi biraz ama artık orası renkli, sinemaskop Espresso Lab! Tıpkı Büyükdere İskelesi’nde olduğu gibi.

Nişantaşı’nda Alaattin de kapandı, biliyor musunuz?

Hayattaki en büyük rakibim ve en büyük iş ortağım!

Nasıl oluyor da böyle oluyordu derseniz şöyle: Blue Jean dergisini yayınladığım yıllarda Alaattin, Bravo ve Smash Hits satardı, en önemli rakibimdi. Ama en çok dergiyi de orada satardım, Tempo’dan, Aktüel’e, Blue Jean’den, Playmen’e kadar!

Yaşadığım Rumelihisarı, küçük bir Boğaz köyü. Bakkal Ahmet, günlük küçük ihtiyaçlarımızı karşılar, sabahları İskele’nin karşı köşesinde simitçimiz de var.

Bebek ise günlük “mubayaa” yerimiz, yürüyerek 20 dakika.

Santral çok şükür ki hala ayakta. Envai de öyle, taaa Yeniköy’e kadar başka kitapçı yok.

Ama Bebek Balık kapandı. Çerezciler ve şekerciler artıyor, Allah Bebek Badem Ezmesi’ni korusun.

Bu şehir, yüzyıllara direndi ama artık direnme gücünü kaybediyor.

Irkçılıkla suçlanabilirim ama dert değil, arkadaşlar yaşadığımız şehir bir Orta Doğu kentine dönüşüyor, farkında mısınız?

Dar paçalı jeanler giymiş, saçları eskiden alabrus denilene benzeyen şekilde kesilmiş, ayak bileklerinden ters konik tipler, altlarında acayip otomobiller.

Lawrence Durrel, İskenderiye Dörtlüsü’nde bir erkeği bir kente bağlayan şeyin o kentte yaşayan bir kadın olduğunu yazmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam Justine’de.
Acaba büyük çoğunluğumuz aşkı ve sevgiyi unuttuğu için mi İstanbul’u sevmiyor, onu tüketip bitirmek için didiniyor?

Kim bilir?

Boğaz’ın serin rüzgârı yüzümü her yalayışında bana aşkı hatırlatan şey de acaba bu mu?
Dün öğleden beri dilime takılmış bir şarkı var.

“İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?
Düşsün suya yer, erisin eski zamanlar
Sarsın bizi akşamla şarap rengi dumanlar!”

Behçet Kemal Çağlar’ın muhteşem güftesi üzerine Münir Nureddin’in aksak usullü nihavent şarkısı.

İstanbullular ne kadar şanslı olduklarını bugün bir kez daha anlayabilecekler mi acaba?

O kentte kendilerini seven bir kadının ya da bir erkeğin bulunduğunu hissedebilecekler mi?

İmamoğlu Bey kardeşimiz, Cumhurbaşkanı olma hayalleri kurarken farkında mı, şehrimiz elden gidiyor.

İnci’nin kapandığının, Subaşı’ndan eser kalmadığının, şehre ruhunu veren bütün esnaf lokantalarının can çekiştiğinin, çoğunun kapanmak zorunda kaldığının farkında mı?

Bir belediyenin görevlerinden birinin de şehre karakterini veren kurumları ayakta tutmak olduğunu bilen yardımcıları var mı?

Bina restore etmenin, o ruhu canlı tutmaya yetmeyeceğini biliyorlar mı?

————————-

(*)

Bu yazım Oksijen’de yayımlandıktan sonra “ambleminde fes olan” işletmenin ortaklarından Levent Eriş’ten bir açıklama aldım.

Daha önce adını hiç duymadığım bir tatlıcının 1864 yılında kurulmuş olmasından da açıkçası kuşkuluydum.

Eriş’in açıklamasına göre “Hafız Mustafa, 1864 yılında şimdiki Nimet ablanın karşı köşesindeki iş yerinde faaliyetine başlamış olup bir şekerleme, tatlı ve poğaça (poğaçanın ülkemizdeki ilk üreticisi ve mucididir) üretip satarak uzunca seneler mevcudiyetini sürdürmüştür. Ongurlar ailesi markayı 15 yıl kadar önce satın alıp bugünkü durumuna getirmiştir. Hali hazırda İstanbul’un çeşitli yerlerinde 15, Dubai’de 3 şubesi bulunmakta olup geçtiğimiz Cuma günü Londra’da, Harrods’un tam karşısında İngiltere şubesini de hizmete açtılar.”

1900 çalışanı olan işletme, ürünlerinde benim Oksijen’de yazdığım şekilde glikoz şurubu vs. gibi katkılar kullanmadığını özellikle belirtiyor.

Hafız Mustafa, 3 senede bir yapılan “Dünyanın En İyi Tatlıcıları” listesinde 2. sırada bulunuyor.

Okuyucularımın bilgisine sunarım.

————————————