OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Başkası olduğuna ikna olmamız istenen kadın

İsviçreli yazar Max Frisch’in 71 yıl önce yayınlanan romanı Stiller, Türkçeye biraz gecikerek çevrilmişti. “Biraz” dediysem yaklaşık 42 yıl sonra!

Türkçeye çevrilmesinin gecikmiş olmasının nedeni acaba romanda anlatılan hikâyenin, bizim memleket için çok sıradan olması mıdır diye aklımdan geçirmiştim.

Romanın öyküsü, biz Türkler açısından birçok kişinin gerçeği gibi çünkü!

Yazar İsviçreli ve romandaki öykü de doğal olarak orada geçiyor.

Bir gün İsviçre sınırında bir trende yapılan kimlik kontrolünde, uzun süredir kayıp olan Stiller isimli bir heykeltıraşa çok benzeyen bir adam ele geçiriliyor. Adamın Stiller olduğunu iddia eden bir yolcunun ihbarı üzerine!

Adam ısrarla Stiller olmadığını, adının James Larkin White olduğunu, Amerikalı olduğunu söylemektedir. Elindeki Amerikan pasaportunu kanıt olarak gösterir ama dinleyen kim?

Kayıp heykeltıraş Stiller’in arkadaşları kararlıdır: Sen Stiller’sin!

Hatta Stiller’in karısı, eski bir bale dansçısı olan ve Paris’te bir dans okulu işleten Julika Stiller-Tschudy, “kayıpken trende bulunan eşini” tutulduğu hapishanede ziyaret etmek için Paris’ten gelir.

Karısı da adamın Stiller olduğuna tanıklık edecektir.

Koroya savcıdan tutun da cezaevindeki gardiyanlara kadar herkes katılır: Sen, Stiller’sin!

Bu durumun romanın kahramanı için nasıl bir karabasana dönüştüğünü tahmin edebilirsiniz.

Başkası olmadığını, kendisi olduğunu anlatma çabası, gerilimin içine okuyucuyu da çekiyor, adamcağızın yaşadığı baskıyı ruhunuzda hissediyorsunuz, içiniz daralıyor.

Romanı okuduktan sonra otomobil fuarı için İsviçre’ye gittiğimde polisin görünmeyen varlığının her şeye sinmiş olduğunu hissetmiş, elimde olmadan ürpermiştim.

İster misin, beni de birine benzetip içeri tıksınlar diye!

Hafta başında, uzun süredir tutuklu olarak cezaevinde tutulan Ayşe Barım’ın çıkarıldığı ilk duruşma ile ilgili haberleri izlerken “işte” dedim kendi kendime, “gerçek bir Ala Turka Stiller öyküsü!”

Ayşe Barım, temsil ettiği film oyuncularını Gezi protestolarına götürerek hükümeti devirmeye kalkışmakla suçlanıyor.

Belli ki o tarihteki hükümete, hükümetin kendisi dahil kimse güvenmiyormuş; püf deseniz, yıkılacakmış gibi!

Düşünün iki başrol oyuncusu ve dört karakter oyuncusunu bir meydana salıyorsunuz, hükümet gümmm!

Barım savunmasında politik bir insan olmadığını, kimseyi meydanlara göndermediğini söylüyor ama savcı aksi kanaatte. “Hayır, gönderdin hükümeti yıkmak istedin” diyor.

Mahkemeye tanıklar da çağırılmış, onlar da “hayır, bizim bundan haberimiz yok” diyorlar ama savcı kararlı: “Vardı!”

İki önemli oyuncu, bu davada savcının işine yarayacak bir ifade vermedikleri için mahkûm bile edildiler. Allahtan “yatarı olmayan” bir cezaydı.

Her şey, Ayşe’nin “hükümeti devirmek isteyen o kişi” olmadığını gösteriyor, savcı aksi kanıda!

Stiller’den farkı şu ki Ayşe gerçek bir kişi, Stiller roman kahramanı!

Hatırlar mısınız bilmem, vaktiyle Ankara’da bir grup genç “gizli örgüt üyesi” olmakla suçlandılar, tutuklu yargılandılar.

İddianamede birbiriyle hiç alakası olmayan hatta ideoloik olarak birbirleriyle problemleri de olan o kadar çok örgüte üye oldukları yazılıydı ki çocuklardan birisi duruşma sırasında hâkime şunu sormuştu: Hangi örgüte üye olduğumuzu biz mi seçeceğiz, siz mi seçeceksiniz?

Çoktan seçmeli bir test sorusuydu sanki!

Ergenekon davası sırasında da böyle komik bir olay hatırlıyorum.

O tarihte Taraf gazetesinde yazan Yıldıray Oğur, İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda “Ergenekon öyle bir örgüt ki ona üye olduğunu bilmeyenler var” demişti.

Benim de ödüm kopmuştu, acaba ben de Ergenekon’a üyeyim de haberim mi yok diyerekten!

Korkmakta haklıydım, çünkü hiçbir toplantılarına katılmamıştım.

Beni haberim olmadan üye yapanlar da örgüt “gizli” olduğu için bana haber vermemiş olmalıydılar.

Bu açıklamadan sonra Ergenekon davasındaki bazı sanıkların durumunu daha iyi anlamıştım.

Bazı sanıklar tutuklu yargılanırken her defasında böyle bir örgütle ilişkileri olmadığını söylüyorlar ama dertlerini anlatamıyorlardı.

Ayşe’nin durumu da buna benziyor biraz.

Hükümeti yıkmak için kurulmuş bir gizli örgütün mensubuydu ama bu durum kendisinden bile saklandığı için savcı söyleyene kadar kimseler farkına varamamış olmalıydı.

Bu tür konularda şakalar yapmama kızan arkadaşlarım ve okuyucularım var.

Şaka yaparak meseleleri hafiflettiğimi, önemsizleştirdiğimi söylüyorlar.

Freud, Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri isimli eserinde şöyle yazıyor:

“Baskıcı faaliyetler, artık içimizdeki sansür mekanizması tarafından inkâr edilir hale gelmiş temel haz olasılıklarını unutmamız sonucunu doğurur. Taraf tutan şakaların yitirilen şeyi geri kazanmak için insana bir araç sunduklarını görüyoruz.”

Ben de böyle düşünüyorum.

Muhalefetin ve medyanın bir bölümünün ağır bir baskı altında yaşadığı dönemden geçiyoruz.

Sözcü televizyonu 10 gün süreyle kapatıldı. İdare Mahkemesi, RTÜK’ün talebine uyup yürütmeyi durdurma kararını kaldırırsa Halk TV de en geç önümüzdeki hafta 10 gün süreyle kapatılmış olacak.

İktidarın yetkili ağızları “yepyeni sivil, demokratik Anayasa” vaat ederlerken RTÜK’ün vesayet organı gibi davranması ve muhalif televizyonların üzerine böyle tam gaz gitmesi bir tuhaf çelişki aslında.

Yöneticilerimizin ne kadar “demokrat” olduklarını bilmesek, RTÜK’ü sabotajla bile suçlayabilirdik.

Eleştiri, devletin bir kurumu tarafından bazı sınırlara tabi tutuluyorsa, orada temel insan haklarından biri olan ifade özgürlüğü yok demektir.

Şu anda kimsenin beğenmediği “askerlerin yaptırdığı vesayet Anayasa’sı” bile bu konuda çıtayı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına kadar çıkarmış bulunuyor.

O çıtada da ifade ve eleştiri özgürlüğü için bir sınır yok: Canın çekerse ağır da eleştirebilir, hatta dinleyenleri şoke edecek ifadeler bile kullanabilirsin diyor!

Afganistan’da Taliban’ın ikinci kez yönetime hâkim olmasının ardından getirilen yasakların uygulanmasını denetleyecek kurumun resmi adı Erdemi Yayma ve Ahlaksızlığı Önleme Bakanlığı.

Afganistan’ın “milli ve manevi değerlerinin ne olduğuna” bunlar karar veriyor, uymayanın vay haline.

Tıpkı bizim RTÜK gibi yani.

RTÜK bir vesayet organı olarak elinde kılıç bekliyor ve kimin “sınırı” aştığına karar veriyor.

Bunun kalıcı olmayacağına, geçici olacağına inanmamız, baskıya dayanma gücümüzü arttırıyor.

İçinde yaşadığımız dönemde başımıza gelenlerle ilgili şaka yapmak da öyle.

Tabii Stoacı filozof Solili Hrissippos’un durumuna düşme ihtimali de unutulmamalı.

Hrissippos, boğazına kaçan inciri çıkarmak için şarap içen bir eşek ile ilgili fıkrayı anlatırken o kadar gülmüştü ki sonunda katılarak ölmüştü.

O duruma düşmeyelim derim.

——————————-