OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Başkası olma kendin ol!

Willy Pasini, “Aşk ve Yemek” isimli kitabında şöyle bir hesap yapıyor: Uyanık olarak geçirdiğimiz yaşamımızın 15 yılını yemek yiyerek geçiriyoruz!

Ömrümüz boyunca da sofraya aşağı yukarı yüz bin kere oturup, kalkıyoruz.

Bu hesabın ayrıntılarını yazmadığı için şu kadar yılın 15 yılı diye daha net bir rakam veremiyorum.

Arkadaş hesaba düşkün olduğu için sanırım oturup, bir başka bedensel haz için hayatımızın ne kadarını harcadığımızı da hesaplamış.

Buna göre sevişmeye harcanan süre bütün ömrümüzde 10 saate denk geliyor.

“Fransa’da cinsel ilişkinin ortalama süresi 6 dakikadır ve 40 yıllık faal bir cinsel hayatın hazzına ayrılan kümülatif vakit, orgazm başına sekiz saniyeden 4450 ilişki tahmin edersek, sadece 10 saat olacaktır” diye yazıyor. (İletişim Yayınları, Çeviren: Can Belge.)

Tabii bu konuda bir tartışma açmak mümkün.

Cinsel hazzı sadece orgazma indirgemek ne kadar doğru olur?

Neyse, bunu tartışmaya kalkmayacağım tabii. Herkesin hesabı kendine deyip, geçelim.

Bu eski kitabı durduk yerde hatırlamadım tabii.

Yemek yemeyi sadece “yaşamak için vücudun ihtiyaç duyduğu gıdayı temin eden bir eylem” olarak görenleri pek ilgilendiren bir hesaplama olmasa gerek.

Tıkınmak ile yemek yemek arasında bir fark olmalı.

İnsanların kişisel refah düzeyleri arttıkça yemek yemek, beslenmenin de ötesine geçiyor, günlük küçük haz aralıklarına dönüşüyor.

Hatırladığım kadarıyla Türkiye’ye gelen ortalama bir turist, her 100 dolarının 20 dolarını yeme içmeye harcıyor.

Harcamanın beşte biri demek ki oldukça anlamlı bir rakam.

Onun için turizmin önemli bir gelir kaynağı olduğu bizim gibi ülkeler bu işe özel bir önem veriyorlar.

“Bizim gibi ülkeler” diyorum ama esasen bu dil alışkanlığından kaynaklanıyor.

“Bizimki gibi bir ülke” de kolayca bulunmuyor diyebilirim!

Elif Ergu Demiral’ın geçen haftaki Oksijen’de yayımlanan söyleşisinde Seraf’ın kurucusu Doğan Yıldırım şunu söylüyor:

“Turist buraya Japon mutfağı deneyimlemeye gelmez. Yabancı mutfakları taklit ederek gastronomi destinasyonu olamayız.”

Yıldırım bunu rahatça söyleyebilecek konumda çünkü Şef Sinem Özler’in yönetimindeki lokantanın mutfağı, Türk mutfağını deneyimlemek isteyenler için yemek pişiriyor.

Mükemmele ulaştığını da söyleyebilirim.

Ancak cennet vatanımızın dört bir yanına dağılmış şeflerimiz bunun çok da farkında değillermiş gibi.

Geçen gün instagramda bir lokanta reklamı gördüm.

Fonda Yunan müziği çalıyor; bir çift sirtaki yapıyor.

Derken lokantanın yemeklerini görüyoruz ki fotoğraflara bakarsanız şahane.

Bildiğimiz mezeler ama sunum müthiş.

Umarım tatları da göründükleri gibidir. Dedim ya bir reklam bu.

Lokantanın manzarası da muazzam.

Lacivert bir denize bakıyor, insanın içine atlamamak için kendisini zor tutacağı türden bir lacivert deniz!

Lokantanın nerede olduğunu tahmin etmeye çalıştım.

Yunanistan’a ait Ege adalarının çoğunu ve Adriyatik’tekilerin hemen hepsini gördüm sayılır.

Bir iki yer tahmin ettim ve bakalım doğru tahmin etmiş miyim diye paylaşımı yapan hesabı tıkladım ki lokanta Fethiye’de.

Dedim ya şahane bir manzara, muhteşem görünen yemekler. Belli ki meraklı bir insanın açtığı bir lokanta bu ama niye Yunan taklidi yapıyor, anlayamadım.

Eskiden de böyle miydi, yoksa seçici algılamam nedeniyle ben yeni mi fark ediyorum bilemiyorum ama Yunan tavernalarına özenen lokantaların sayısında bir artış var gibi geliyor bana.

Oysa karşı kıyıda böyle bir şeye heves edip, Türk yemekleri yapmaya çalışan hiçbir yer görmedim.

Eğer parti adalarından birindeki kulüplerde şampanyaları birbiri ardı sıra patlatan Türk müşteri yoksa Türkçe şarkı bile çalmazlar.

Ama zengin genç Türklerin gaza gelmek gibi bir huyları var. DJ bir Tarkan bastı mı, kendimizden geçiyoruz, gelsin kristal şampanyalar, şişsin hesaplar!

Bir de İtalyan olmaya özenenler var.

Bodrum’da sayıları hızla artıyor, başka tatil kasabalarında da farklı olmadığını tahmin ediyorum.

Bir İtalyan lokantası açmak isteyen arkadaşıma “İtalya’dan şişman bir şef getirtemiyorsan sakın deneme” dedim ama kimse beni dinlemiyor.

“Şişman” diye özellikle vurguladım, sıska bir İtalyan şefe asla güvenme diye! (Ünlü İtalyan şef Massimo Bottura’nın yemek kitabının adı böyle: “Never Trust A Skinny Italian Chef!” Sıska İtalyan şefe asla güvenme!)

İtalyan mutfağını basit zannediyorlar.

Bir pesto sos hazırlamak için harcanması gereken zamanı, malzemesinin özelliklerini, bilmeden pesto sos yapmaya kalkışınca ortaya çıkan fesleğen püresi oluyor, pesto değil.

Çam fıstığının bugün pazarda ulaştığı fiyatı hiç hesaba bile katmıyorum! Zaten bizim İtalyan olmaya özenen şefler de pestoya çam fıstığı koymuyorlar; bu yüzden sanırım.

Bir de “şubeleşme” meselesi var.

Bir yerde iyi bir lokanta açınca onun şubelerini açma hastalığı diyebiliriz.

Unutuluyor ki yemek yapmak, eldeki reçeteleri usulüne uygun pişirmekten ibaret değil.

En iyi ekibin çalıştığı “şube”, aslının yanına yaklaşamıyor bile.

İtalya’da üç kız kardeşin kocaları ve çocuklarıyla birlikte işlettiği bir lokantayla ilgili bir belgesel izlemiştim.

Bir dağ köyünde, aylar önceden yer ayırtmadan masa bulamayacağınız küçük bir lokanta.

Programın sunucusu niye yandaki binanın altını da kiralayıp masa sayılarını arttırmadıklarını sorduğunda yemekleri yapan adam “Basta!” (Yeterli) diye yanıt vermişti. Bu kadarı bize yetiyor anlamında.

Bize niyeyse hiçbir şey yetmiyor.

Bu mahalledeki lokanta tutunca illa karşı mahallede de bir tane açmak için çıldırıyor patronlar.

Bu hafta da böyle daldan dala konduk, aşırı sıcaklara verin derim.

—————————