Barolar Birliği Başkanı’nın “barış süreci komisyonunda” yaptığı konuşmada “uygulanmayan AİHM kararlarını” hatırlatması üzerine “sürecin asıl sahibi” gibi görünen MHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız, “bazı kurumların meseleyi tam olarak anlamadığını” söyledi.
Yıldız sosyal medya mesajında şunu yazdı:
Bu sürecin temel amacı, terör örgütü PKK’nın tüm uzantılarıyla birlikte, ön koşulsuz ve kalıcı biçimde silah bırakmasının sağlanması; Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında terörün tüm boyutlarıyla sona erdirilmesi ve milli birliğin daha da sağlam temeller üzerine inşa edilmesidir. Aynı zamanda Türk milletinin müşterek vicdanında karşılık bulan barış, kardeşlik, güvenlik ve refah temelinde şiddetten arındırılmış bir gelecek inşa edilmesi hedeflenmiştir.”
Bu mesajı okuduktan sonra Feti Bey, “sürecin temel amacı” konusunda keşke biraz daha açık olabilseydi diye aklımdan geçirdim.
Bu son derece muğlak bir “temel amaç” açıklaması ki birçok yöne çekilebilir.
Bu sözlerden sonra benim anladığım şey şu:
Bu süreç vesilesiyle demokratik hakların vs. geliştirilmesini, Anayasal hakların serbestçe kullanımının güvence altına alınmasını beklemeyin. Sürecin amacı PKK’ya silah bıraktırmak ve bunun karşılığında “suça bulaşmamış” PKK unsurlarına af sağlamak, PKK’nın yönetici kadrolarına da istedikleri bir ülkede yaşamalarını olanaklı kılacak şartları sağlamak!
Yanlış anladıysam, Feti Bey bunu da düzeltmek üzere bir açıklama yaparsa, sizlerle paylaşırım.
Yıldız’ın mesajındaki “PKK’nın tüm uzantıları” vurgusuna da dikkat çekmek istiyorum.
Biliyoruz ki “PKK’nın silahlı uzantısı” denildiğinde Suriye’deki YPG ve İran’daki PJAK kastediliyor.
“Kendisini feshettiğini açıklayan PKK” ile Suriye’deki PYD ve onun silahlı örgütü YPG aynı şey midir, değil midir, biri diğerinin uzantısı mıdır gibi boş bir tartışmaya girmeyeceğim.
Bu sürecin temel şartlarından biri Suriye’deki YPG’nin de silah bırakmasıysa süreç bu noktadan daha ileriye pek gidemeyecek gibi görünüyor.
Suriye’de Esad yönetimine karşı olan iç savaş bitti, Esad devrildi ama Suriye’de taşların yerine oturduğunu, merkezi idarenin her şeye egemen olduğunu kimse iddia edebilecek durumda değil.
Onun için SDG’nin gönüllü olarak silah bırakmasını ve kontrol ettiği bölgeyi Suriye’deki şeriatçı yönetime devretmesini beklemek de gerçekçi değil.
Her şeyden önce Suriye’de Şam yönetimini elinde tutanlar ile Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesini elinde tutanlar aynı ideolojik ve sosyal projeyi paylaşmıyorlar.
Çok temel bir fark var aralarında: Birisi şeriatçı, diğeri laik.
Suriye’de herkesin hayat biçimini garanti altına alacak bir Anayasal düzen kurulmadan, Kürtlerin de Dürzilerin de Alevilerin de ve hatta HTŞ çizgisine mesafeli Sünni Arapların da huzur içinde kendilerini Şam’daki şeriatçıların insafına bırakmayacağını tahmin etmek için politika dâhisi olmak gerekmiyor.
Erdoğan yönetiminin bu konuda hayal kurduğunu söyleyebilirim; düşündükleri türden bir Suriye birliği görünür gelecekte olmayacak!
Türkiye, bunu teşvik edebilir, bu konuda Suriye merkezi yönetimine destek de olabilir ama şunu da sormak gerek: Acaba Suriye’deki bugünkü merkezi yönetim, kendi ideolojik bağlarından kurtulup, kapsayıcı bir siyasi liderlik yapabilir mi?
Kişisel fikrim bunun çok zor olduğu.
Farklı grupları aynı potada eritebilecek bir Suriye milli kimliğinin yaratılabilmesi bu saatten sonra mümkün değil.
Çünkü böyle bir projeye liderlik etmesini bekleyeceğimiz Eş Şara ekibi bu çapta değil.
Kaldı ki Suriye’nin toprak bütünlüğünü korusa bile gevşek ve güçsüz bir merkezi otoriteye sahip olması, İsrail için de bir tür sigorta sayılır.
Bölge politikasının temel ekseni İsrail’in güvenliği olan ABD’nin de bu çizgiyi terk etmeyeceğini söyleyebilirim.
Suriye’de iç karışıklıkların başladığı ilk günden bugünü değerlendirebilecek ve görebilecek çapta yöneticilerimiz olsaydı, durum bugün daha farklı olabilirdi.
Ancak yoklardı ve hâlâ da olmadıklarını görüyorum.
Gerçekçi durum değerlendirmeleri yapamıyor ve ideolojik körlüklerinizle meseleleri kavramaya çalışıyorsanız, hayal üzerine bir şeyler inşa etmeye çabalarsınız. Ama boşa çabalarsınız.
Bugün Erdoğan yönetiminin durumu tam olarak buna uyuyor.
“Terörsüz Türkiye”, PKK’nın kendisini feshetmesiyle ulaşılabilir bir hedef haline geldi.
Bunu değiştiremeyeceğiniz, kontrol edemeyeceğiniz şartlara bağlarsanız, bu fırsatı kullanamazsınız.
—————-
Polis yetkisinin dışına çıkıyor
CHP’nin Beyoğlu’nda düzenlediği mitingden önce Beyoğlu Belediyesi’ne asılan ve üzerinde Beyoğlu’nun seçilmiş Belediye Başkanı İnan Güney ile ailesinin fotoğrafının bulunduğu pankart polis tarafından indirildi.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel kürsüye çıktığında pankart yeniden yerine asıldı.
Polisin, bir siyasi partinin mitingine müdahale edip, pankartı indirtmesi hukuk dışıdır, kelimenin tam anlamıyla bir zorbalıktır.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu tutuklandığından beri savcının ve polisin böyle bir tutumu var.
Savcı, üzerinde İmamoğlu fotoğraflarının bulunduğu afiş ve pankartları da toplattı, harlarsınız.
Belediyenin kurumlarından bile fotoğraflarının kaldırılmasını istedi.
Hatta Boğaz’daki köprülerden birine İmamoğlu fotoğrafı bulunan pankart astılar diye bazı milletvekillerine soruşturma bile açtığını biliyoruz.
Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nu yapan heyette yer alan ceza hukukçusu Prof. Dr. İzzet Özgenç o günlerde sosyal medyada şunu yazmıştı:
“İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, tutuklanmış olsa bile, halen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatını taşıyan kişinin, Büyükşehir Belediyesine ait toplu taşıma araçlarındaki ve hizmet binalarındaki mesaj ve görüntülerini yasaklayamaz; bunların kaldırılmasını emredemez.”
Ama gördüğünüz gibi emredebiliyor, emri de polis ikiletmeden yerine getirmeye çabalıyor.
Savcı ve polis kendilerine kanunun çizdiği yetki sınırlarının dışına çıkarlarsa, yaptıkları işin meşruiyeti kalmaz.
Bunu akıllarında tutmalarında herkes açısından yarar var.
——————————-
