OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Damızlık kızın öyküsü adım adım gerçek olurken

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı ve Cuma günleri bütün camilerde okunan hutbeler yaz başından beri sistematik olarak kadın haklarını hedef alıyor.

Bu elbette bir sürpriz değil.

Bu kurum, uzunca bir süredir laik Cumhuriyetin bir kurumu olduğunu unuttu; görev süresi geçen hafta dolan başkanı da kendisini Şeyhülislam zannediyordu.

Görev devir teslimi sırasında halefine yüzüğünü öptürmesi de akıllarda kaldı.

Orta çağ İslam devletlerinin yönetim anlayışında sultanın egemenlik ve meşruiyetini sembolize eden önemli unsurların arasında yüzük de var.

Yüzük öpmek, Sultan’ın gücünü onaylamak, karşılığında da o gücün bir parçası olmak anlamına gelir.

Aradan geçen yüzlerce yıldan sonra 21. Yüzyılın ilk çeyreği biterken yüzük öpmek ne manaya geliyor; yeni Diyanet İşleri Başkanı açıklarsa öğreniriz.

Diyanet’in 1 Ağustos tarihli hutbesinde kadınlara “örtünmeleri” emrediliyordu.

Kadınların “dinin tasvip etmediği giysiler giymelerinin haram olduğu” vurgulanıyor, “uygunsuz kıyafetlerle toplumsal alanlarda, hele hele kurumsal özelliği olan mekânlarda bulunmak asgari ahlak kurallarına bile meydan okumaktır” deniliyordu.

Burada da durmuyor, Müslümanlara, kılık kıyafetlerini beğenmedikleri kadınlara “sessiz kalmayarak” müdahale etmeleri çağrısı yapılıyordu.

15 Ağustos hutbesinde ise kadınların “Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmalarını” yani erkek kardeşlerinin yarısı kadar miras almayı kabul etmeleri gerektiği telkin ediliyordu.

12 Eylül tarihli hutbe de kadınların toplumsal rollerini “annelik,” “eşlik” ve “iffet” ile sınırlıyor, kadınların ve LGBTİ+’ların eşit yurttaşlık taleplerini “küresel lobiler” ve “fıtrata aykırılık” üzerinden şeytanlaştırıyor.

Hutbedeki “çıplaklık ve teşhircilik” vurgusunun hemen öncesinde Manifest grubuna karşı bu nedenle soruşturma açıldığını da hatırlayalım.

Manifest’in sosyal medya trolleri tarafından hedef gösterilmesinden hemen önce de Konya’da bir kadın, kılık kıyafeti nedeniyle hedefteydi.

Devlet hastanesinde görevli bir hekim, hasta kadını muayene etmeyi sırf giysisini beğenmediği için reddetti.

Sağlık Bakanlığı kâğıt üzerinde bir soruşturma başlattığını açıkladı ama bir sonuç çıkmadı.

Tam tersi olsaydı, bir hekim kapalı ya da çarşaflı bir kadını sırf bu nedenle muayene etmeyi reddetseydi başına neler gelirdi, savcılarımız nasıl canla başla soruşturma açma konusunda yarışırlardı tahmin edebiliyoruz.

Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’nü okudunuz mu ya da dizisini izlediniz mi?

Önce okumanızı öneririm ama okumakla başı hoş olmayanlar için dizisi de gayet başarılı bir edebiyat uyarlaması; HBO Max’da izleyebilirsiniz.

Atwood’un bu romanını fütüristik ya da distopik diye tanımlayanlar var ancak bana soracak olursanız romanda anlatılan kızın öyküsü geleceğe yönelik bir paranoya değil.

Edebiyat eleştirmeni olsaydım, “içinde yaşadığımız erkek egemen muhafazakâr / teokrat / otokrat dünyayı çözümleyen gerçekçi bir roman” diye tanımlardım.

Kadının toplumsal rolünün annelik ve eşlik ile sınırlandırıldığı, kadının kendisi üzerinde tasarruf hakkının bulunmadığı, erkekleri günahtan korumak için sıkı giyinme kurallarına tabi tutulduğu bir dünyadan söz edebiliyorsak, bu distopya değil bugünün gerçeğidir.

Sadece kadınların değil, LGBTİ+ bireyler gibi “kırılgan grupların” da yaşadığı bir gerçek!

Hemen aklımıza Afganistan, İran, Suudi Arabistan, Pakistan gibi ülkeler geliyor ama unutmayalım ki bugünün ABD’sinde bile muhafazakâr Evanjelist, popülist rejim aynı iddiada.

Trump’ın iktidara gelir gelmez ilk işinin kürtaj hakkını tartışmaya açması bir şeyler anlatıyor olmalı.

Din adına konuştuğunu iddia eden grupların, partilerin radikalleşip insanların hayatlarını tam kontrol altına alma istekleri sonuçlarını belki bir günde kendini göstermiyor ama atılan her geri adımın sonunda varabileceği yer belli.

“Pakistan’ın Simone de Beauvoir’i” olarak tanınan yazar ve insan hakları aktivisti Alys Faiz, Fransız gazeteci Laurence Gourret’ye bir röportaj sırasında şunları söylemişti:

“Kafamda bir görüntü var. 1960’lı yıllarda Lahor sokaklarında bisikletle gezen, Bermuda şortlu genç kadınların görüntüsü. Bugün böyle bir şey düşünülemez bile.”

Faiz 2003 yılında hayatını kaybetti. Aradan geçen çeyrek yüzyıldan sonra hala hayatta olabilseydi Pakistan’da bırakın Bermuda şortla dolaşmayı, başı açık bir kadının bile sokaklarda bisikletle gezemediğini görecekti.

Pakistan’da devlet dairelerinde, hastanelerde, belediyelerde, mahkemelerde örtünmeyi reddeden kadınlara karşı başlatılan ve yasal hiçbir temele dayanmayan ama sistemli bir aşağılama kampanyasının doğal sonucu bu oldu.

Anneannelerinizin, annelerinizin gençlik fotoğraflarını hatırlayın. Ne dersiniz, bugün Anadolu’nun bazı kentlerinde giyebilirler mi?

Örtünmek bir kişisel özgürlük ve inanç meselesi olmaktan çıkıp, kadının toplumsal yaşamda yerini alabilmesinin tek koşulu haline dönüştü.

Hazal Kaya, Aşk – ı Memnu’nun ikinci versiyonunda Nihal Ziyagil’i oynamıştı, hatırlarsınız.

Geçtiğimiz yıllarda bir söyleşisinde şunu söylemişti: “Aşk-ı Memnu’yu bugün çekmek mümkün değil.”
Hazal Kaya’nın sözünü ettiği dizi, Kanal D’de 4 Eylül 2008’le 24 Haziran 2010 tarihleri arasında yayınlandı.
O kadar da eski bir dizi değil gördüğünüz gibi. Üzerinden ancak 15 yıl geçti.

Dizi o kadar eski değil ama Yeni Türkiye’nin yeni şartlarına uyum açısından bakarsak o kadar da yeni sayılmaz.
Eski Türkiye’de kalmış, eski bir dizi diyebiliriz. Nedeni çok açık: Oyuncular öpüşebiliyorlardı, karmaşık aşk üçgenleri vardı, yemekte içki içebiliyorlardı vs.

Bu diziyi çekmek mümkün olsa da artık yayınlamak, yayınlayan açısından ciddi RTÜK cezalarını göze almak anlamına geliyor.
Sadece parasını ödeyenin abone olup, izleyebildiği video kanallarına bile RTÜK bu nedenle inceleme başlattı, haberini geçen hafta okumuşsunuzdur.

Yeni Türkiye’de bunlara alışmamız bekleniyor.

Özellikle kadınların toplumsal hayata karışması katı kurallara bağlanmak isteniyor.

Diyanet’in hutbesinde erkeklere bu amaçla “görev verilmesinin” nedeni de bu.

Toplumsal hayattaki ilişkileri dini kurallara göre tanzim etmeye yönelik hayallerinin şimdilik geldiği yer burası ve dikkatle bakacak olursanız bayağı mesafe kat ettiklerini de görebilirsiniz.

Buna karşı bugün sesinizi yükseltmezseniz, her gün bir iki adım ileriye gideceklerini ve günün birinde Atwood’un romanındaki Gilead rejiminin bir benzerinin, Türkiye’de yaşandığını göreceksiniz.