t24.com.tr

Kötü bir ülkede iyi insan nasıl olunur?

Bu soru uzunca bir süredir kafamı kurcalıyordu.

Özellikle Gazze’deki soykırım artık en kör vicdanın bile görmezden gelmekte çok zorlanacağı bir boyuta geldiğinden beri.

Biliyorum ki İsrail’de yaşayan insanların hepsi ittifak halinde bu soykırımın ve mimarı olan siyasi ideolojinin ve o ideolojinin bugünkü temsilcileri Netanyahu ve çetesinin arkasında durmuyor.

Ve yine biliyorum ki faşist dinci bir ideolojinin neden olduğu bu cinayetleri, İsrail’de yaşamayan, ülkemiz de dâhil dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudilerin önemli bölümü de midesi bulanarak izliyor.

Geçmişte Yahudilere karşı işlenen suçların bir benzerinin başka bir halka karşı işlenmesinden ne kadar rahatsız olduklarının da farkındayım, aralarında arkadaşlarım da var.

Dün New York Times köşe yazarlarından M. Gessen de “yükselen otoriterlik döneminin ahlaki zorlukları hakkında” bir yazı yazdı.

Yazısının başlığı, bu yazının başlığına benziyor: Kötü bir ülkenin iyi vatandaşı nasıl olunur?

Sorduğu soru M. Gessen’i İsrail’e kadar götürmüş.

Konuştuğu insanların büyük bölümü “aidiyet ve suç ortaklığı meseleleriyle yüzleştiklerini” söylüyorlar.

Dinci faşist Netanyahu ve çetesinin eylemleriyle bütün Yahudileri aynı kefede görenlerin öğrenebilecekleri çok şey var yazıda. İlgilenenler şu bağlantıdan yazıyı okuyabilirler. https://www.nytimes.com/2025/11/03/opinion/israel-dissidents.html

Başlıktaki soruyu kendimizi bağlı hissettiğimiz, kimliğimizin bir parçası haline getirdiğimiz ideolojiler açısından da sormamız gerekiyor.

Zaten bu konuda yazmak istememin nedeni İsrailli insan hakları avukatı Michael Sfard’ın, İsrail’de yayımlanan “sol eğilimli” Haaretz gazetesinde yazdığı bir makale olmuştu.

Makalenin başlığı şuydu: “Biz İsrailliler Bir Mafya Suç Ailesinin Parçasıyız. İçeriden Buna Karşı Mücadele Etmek Bizim Görevimiz.” Bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

https://www.haaretz.com/opinion/2025-08-31/ty-article-opinion/.premium/we-israelis-are-part-of-a-crime-family-its-our-job-to-fight-against-it-from-within/00000198-ff06-d2dc-afde-ff1f611a0000

Türkiye, uzunca bir süredir ciddi insan hakları ihlalleri yaşanan bir ülke. Hukukun üstünlüğü endeksinde 10 yılda 38 sıra birden geriledik.

Yolsuzluk konusunda dünyanın neredeyse dibine vurmuş durumdayız.

Bunlar kuru istatistikler olarak söylendiğinde birçok kişi için bir anlam ifade etmiyor.

Yüz küsuruncu sıradan yüz bilmem kaçıncı sıraya düşmenin anlamını idrak etmek zor.

Çünkü esasen daha önce hak ettiğimiz yüz küsuruncu sıradayken de durumumuz pek matah değildi. Aynı ülkeyi, kenti, sokağı ve belki aynı apartmanı paylaştığımız insanların önemli bölümü ciddi hak ihlalleri ile çile çekiyorlardı.

Ve bu tabloyu insanlarımızın bir bölümü mutlulukla izleyebiliyorlar.

Siyaseten kazanmış olmak, ideolojisine uygun icraatları rahatça yapabilmek, iktidarı elinde tutmak yetmiyor; karşıdakilerin iyice ezilmesinden, hapse tıkılmasından haz duyuyorlar.

Arjantin’in cunta yıllarında olduğu gibi kendilerinden olmadığını düşündükleri insanlar “yok edilseler” ondan bile mutlu olacaklar.

“Bizden” olduğunu varsaydığımız, kendimize yakın gördüğümüz ya da aynı siyasi hareketin içinde yer aldığımız kişilerin eylemlerini olumlamaya yönelik bir tutum içinde oluyoruz.

“Öteki” olarak konumladığımız kişilerin eylemleri ile “bizden” olanların eylemleri aynı sonucu doğursa bile tavrımız “ötekini” suçlamak, “bizden” olanı aklamak!

Sinan Ateş cinayetinde bunu gördük.

Belli bir kesim cinayetin yeterince araştırılmamasını umursamadı bile.

Osman Kavala 8 yıldır hapiste. Hapiste demek de cılız kalıyor aslında, özgürlüğü Anayasa ve kanunlara rağmen gasp edildi.

İktidar çevrelerinde bunun yanlışlığını gören kimse yok mu sanıyorsunuz?

Sayılarının çok olduğundan bir an bile kuşku duymuyorum ama buna sesini çıkarabilenler sadece eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski TBMM Başkanı Cemil Çiçek olabildi.

O siyasi çevrenin içindeki iyi insanlar, böyle bir kötülüğe ses çıkaramazlarken onlar için hala “iyi insan” sıfatını kullanabilir miyiz?

Örnekleri o kadar çok arttırabilirim ki hepsini okumak isteseniz gözleriniz şişer.

Böyle bir tabloda “iyi insanlardan” en azından bir küçük itiraz duymak gerekmez mi?

Geçenlerde önde bir siyasetçi, bir başka siyasetçi hakkında konuşurken “memleket sevgisinden de Allah inancından da asla şüphe etmem” dedi.

İsimleri özellikle yazmadım, kim olduklarının bir önemi yok çünkü.

Burada önemli olan “memleket sevgisinden ve Allah inancından şüphe” meselesi.

Bir kişinin memleketini sevdiğini nereden anlarsınız?

Ülkesini kötülüklerden korumak ister, memleketinin doğasını, taşını, kuşunu, ağacını, sokakta oynayan kedisini – köpeğini de sever, ayrım gözetmeden ülkesindeki herkesin mutlu olmasını ister vs.

Bunları umursamayan, kısa vadeli çıkarlar için bunlardan kolayca feragat edebilen birisi memleketini seviyor olabilir mi?

Allah inancı meselesine ise girmeyi hiç istemem. Başkasının Allah sevgisini, dini inancını sorgulamak kimsenin haddi de değildir, işi de olamaz.

Ama “kul hakkı” kavramından hiç haberi yokmuş gibi davranan birisi için ağzınızı doldura doldura “Allah inancından kuşkum yoktur” diyebilir misiniz? Yoksa sessizce soruyu geçiştirmek daha mı uygun olur?

Sordum ama kimseden yanıt beklemiyorum.

Sadece bunu sorgulamalıyız: Bir insan, sadece o gün içinde bulunduğu pozisyonu korumak ya da kendisi gibi düşünenler tarafından yapıldığı için haksızlıklara, adaletsizliklere ses çıkarmıyor, sessizce seyrediyorsa hâlâ iyi bir insan olabilir mi?

——————————–