Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Devrimin 100. Yılında Petersburg

Devrimin 100. Yılında Petersburg

Ahmet Hamdi Tanpınar, Paris’ten Adalet Cimcoz’a yazdığı bir mektupta “İki hasretim vardı. Paris ve güzel kadın. Buraya geldim, ikisini de kaybettim” diyordu.

Basit bir cümle aslında. Hem Paris’e, hem de güzel kadınlara kavuşunca, iki hasretini de kaybetmiş oluyorsun.

Bu cümleyi hafızama kazıyan iki neden var.

Birincisi yanıtını asla veremediğim bir soru: Bir insan, bir kadına mektup yazar da “güzel kadına hasretim” derse, bu o kadın tarafından nasıl algılanır?

Çözmesi zor. Rahmetli Adalet Hanım’ın bildiğimiz anlamda “plastik güzellerden” sayılmayacağını biliyoruz ama onun da elbette kendince güzel bulduğu yönleri olmalıydı, acaba bu mektubu okurken ne düşünmüştü?

İkincisi ise bu sözlerin birinci bölümünün benim açımdan St. Petersburg için geçerli olmasıydı.

Benim için her zaman düşsel bir kent oldu, Petrograd, Leningrad ve nihayetinde St. Petersburg.

Puşkin’in, Dostoyevski’nin, Turgenyev’in, Gogol’ün, Çaykovski’nin, Rimsky-Korsakof’un, Anna Ahmadova’nın, Lenin’in, Troçki’nin, Büyük Ekim Devrimi’nin, Hermitage’ın büyülü kenti.

Nihilistlerin, anarşistlerin depresif anası.

Doğu’nun Venedik’i, Paris’i, Floransa’sı.

Duru tenli, iri mavi-yeşil gözlü, sarışın, çeneleri gururla havaya kalkmış asil güzel kadınların kenti.

Neva Nehri’nin Baltık’la öpüşmesinden doğan nazlı bir kız.

Ancak Petersburg’a kavuşmak bende, Ahmet Hamdi’deki gibi bir ‘kayba” yol açmadı.

Kalbimdeki müstesna yerini koruyor.

Rus İmparatorluğu’nun başkenti, batılıların “Büyük”, bizim ise “Deli” sıfatıyla tanımladığımız Çar Petro tarafından kuruldu.

O vakitler adı doğal olarak kurucusundan kaynaklanan nedenlerle Peterburg idi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, kentin ismindeki “burg” ekinin Almancadan gelmesi, “yerli ve milli” politikalar izleyenler için sorun teşkil etti. Almanya, savaştaki en büyük düşmandı ve kentin adı ilk kez bu nedenle değişti: Petrograd.

Kentin adı Bolşevik Devrimi’nin ardından 1924 yılında bir kez daha değişecek ve bu kez Leningrad olacaktı ama onun ömrü de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona erecekti. Kentin adı artık Ruslar gibi söyleyecek olursak Sankt Peterburg!

Çar Petro, lakabı gibi “büyük bir devlet adamı” idi. Bizim ona “deli” lakabını takmamızın nedeni de sanırım onun bu büyüklüğünü anlayamayıp, “delilik” olarak görmüş olmamız.

Şehir kurulduktan sonraki 200 yıllık döneminde, tıpkı devrim öncesi Paris’te olduğu gibi keskin biçimde tanımlanmış sosyo ekonomik bölgelere bölünmüştü.

Vasiliyevski Adası ile Neva’nın sağ kıyısında kalan kentin merkez semtleri ile nehirden Obvodni Kanalı’na kadar nehrin sol yakası üst ve orta sınıfın yaşadığı bir bölgeye dönüşmüştü.

Merkez semtler Çar ailesi ve aristokratlara ait rokoko ve neoklasik saraylar, İmparatorluğun görkemli idari yapıları, Isaac ve Kazan Katedrallerini barındırıyordu.

Bu binaların çoğu bugün de ayakta duruyor, St. Peterburg’a o muazzam romantik havasını veriyor.

Nevski Prospekt, bugün olduğu gibi kurulduğu yıllarda da kentin en geniş ve “iyi” caddesiydi.

Nevski Prospekt’te yürürken Gogol’ün romantik hayalcilerini, delişmen ve kaba maceracılarını, büyüklük kompleksinden tımarhaneye düşen memurlarını kanlı canlı karşınızda görürseniz, sakın şaşırmayın.

Dostoyevski’nin şimdi bir müze haline getirilen evi de öyle. Çalışma masasının üzerinde hayatının bir bölümünü kumar masalarında kaybeden büyük yazarın zarları hâlâ atılmayı bekliyor.

Suç ve Ceza’nın yazıldığı odadaki saat yazar öldüğünde kızı tarafından durdurulmuş, hâlâ o anı gösteriyor. Biraz bekleyebilirseniz kiliseden çıkınca çay içmeye eve gelecek Alyoşa Karamazof’u da görebilirsiniz sanki.

Raskolnikov’un izini sürmek isterseniz biraz dolanmanız gerekebilir ama.

Raskolnikov, Dostoyevski’nin büyük eseri Suç ve Ceza’nın topluma başkaldırmış nihilist kahramanı.

Yoksul düşmüş bu genç, yaşamın gerçeklerinden koparak her şeye akıl düzeyinde bakan, yüce amaçlar için gerekiyorsa her türlü ahlak dışı araca da baş vurmanın meşru olduğunu düşünen birisidir.

Bu yüzden yaşaması için hiçbir akılcı sebep bulamadığı aptal, sağır ve hasta bir tefeci kadını öldürür. Hapiste geçireceği yıllar ona, gerçek mutluluğun sadece akla dayanan bir yaşam anlayışıyla değil, düşünsel kibirden kurtulmayı da sağlayan çileler çekilerek bulunabileceğini öğretir.
Dostoyevski’nin romanında cinayetin işlendiği yer olarak anlatılan Griboedova Kanalı kıyısındaki 104 numaralı dev binanın iç avlusuna, geçerken insanın içini ürperten bir ‘tünel’den giriliyor.

Rusya’nın birçok kentinde örneğini görebileceğiniz bir mimarisi var binanın. İri tekir bir kedinin önüm sıra meydan okurcasına yürüdüğü bu tünelden geometrisi ters açılarla çarpılmış bir avluya çıkılıyor.
Avlunun mimari yapısı Dostoyevski’nin neden bu binayı seçtiğini de açıklıyor sanki. Bu binada yüzlerce ev var. Neresinden bakarsanız bakın binada en az 600-700 kişi yaşıyor olmalı. Ama öyle dramatik bir sessizlik var ki sanki büyük bir apartmanın avlusunda değil de bir cezaevinin tecrit hücresindeymişsiniz duygusu uyanıyor içinizde.

5 numaralı girişten merdivenlere doğru yürüyüp, üçüncü kata çıkarsanız, sol taraftaki 74 numaralı daireyi bulacaksınız.

Şimdi kimin oturduğunu bilemediğim dairenin kapısı sanki geçmişte işlenen bir büyük suçun tekrarını önlemek istercesine takviye edilmiş. Büyük Rus coğrafyasındaki evlerin çoğunda görebileceğiniz, üzerinde üç kilit yuvası olan boyanmamış ahşapla kaplı bir çelik kapı bu.

Zili çalmaya kalkmayın sakın. Hatta bana sorarsanız bir yabancı olarak benim de aslında yapmamış olmam gereken şeyi de yapmayın, binanın içinde dolaşmayın ki soluğu bir Rus karakolunda almayasınız.

Bu kent belki de dünyanın en büyük açık hava müzesi. 1700’lerde bizim ‘deli’ dediğimiz Büyük Petro’nun emriyle kurulmaya başlanmış, bizim ‘erkek delisi’ unvanına layık gördüğümüz Büyük Katerina’nın ellerinde büyümüş bir müze-kent.
Bir kentin bütün özelliklerini koruyarak üç yüz küsur yıldır hiç değişmemesi mümkün mü? Evet, burada mümkün olabilmiş. Ne Napolyon ve Hitler ordularının gözü dönmüş saldırganlığı, ne de Stalin’in kanlı paranoyak gücü bu kenti değiştirmeye yetmemiş. Ankara gibi “yeni” bir şehri bile 75 yılda üç kere yıkıp yeniden yapmayı başarmış bir ırkın ahfadı olarak bize çok yabancı bir durum elbette.

Sankt Peterburg’u ya da Batıda söylendiği gibi St. Petersburg’u bu yıl gündeme taşıyan şey ise Bolşevik Devrimi’nin (Büyük Ekim Devrimi diye de anılır) 100. Yıldönümü.

Dünyayı sarsan bir devrime sahne olan bu kentin sokaklarını dolaşırken, Ekim (Miladi takvime göre Kasım) Devrimi’nin izini de sürebilirsiniz.

Devrime giden yolda Lenin ve beraberindekileri Finlahdiya’dan getiren tren Petrograd’ın kuzey ucundaki Ormancılık Enstitüsü’nü çevreleyen bakımlı ormanın içinden geçerek Sampsonevski Parkı’nı kat etti, devrim öncesi büyük grevlere sahne olan fabrikaların arasından geçerek Finlandiya İstasyonu’na girdi.

Lenin’i karşılayan kimse olmamıştı.

Oradan zor bela bulunabilen bir taksi ile Kşesinskaya Malikanesi’ne geçtiler.

Çar 2. Nikola’nın sevgilisi, Marinski Balesi’nin baş balerini Mathilde Kşesinskaya için yaptırdığı bu malikane şubat olayları sırasında boşaltılmış ve Bolşeviklerin karargahı haline getirilmişti.

Bina kritik bir konumdaydı: Peter Paul Kalelerine ve o yıllarda ateşli politik toplantılara sahne olan Cirque Modern binasına taş atımı mesafesindedir.

Lenin’in binaya varmasının ardından Kronştad Denizcileri, Taurida Sarayı’nı ele geçirdiler.

Sözü devrim günlerine getirmeden önce önemli bir tarihe sahip iki yapıyı daha anmakta yarar var: Döneminin en büyük katedrali olan St. Isaac ve Aleksandr Nevski Manastırı.

Kerenski’nin, “gerici” gösterilerinden en önemlisi olan, olaylar sırasında hayatını kaybetmiş Kazak askerlerin cenaze ve mezarlık törenleri buralarda yapılmıştı.

Bu arada Bolşevik Petersburg Komitesi’nin çalışmalarını sürdürdüğü Kşesinskaya Malikanesi de hükümet tarafından geri alınmış, Bolşeviklerin bütün belgelerine el konulmuştu.

Bolşevikler bunun ardından asil ailelerin kız çocuklarının okutulması için yaptırılmış olan Smolni Enstitüsü’nü kendilerine karargah yaptılar.

“Yoldaşlar Petersburg Sovyeti işbaşındadır” sözünün söylendiği balkon, devrimin dakika dakika planlandığı çalışma odası. Her şey o ekim günündeki durumuyla muhafaza ediliyor. Lenin’in kullandığı basit çalışma masası, masanın üzerindeki dosyaları, tabancası, deri kasketi.

Devrim öncesi düzenlenen Demokratik Devlet Konferansı’nın düzenlendiği bina ise şimdi Puşkin Tiyatrosu olarak bilinen, Aleksandriski Tiyatrosu’dur.

Bir diğer önemli bina ise Kuzey Bölgeleri Sovyetler Kongresi’nin toplandığı sırada siyasi mahkumların açlık grevine başladığı Crosses Cezaevi’dir.

Artık devrime günler kalmıştır ve bu haberin duyulması kentteki siyasi tansiyonu alabildiğine yükseltmişti.

22 Ekim’de, Neva’nın sağ kıyısında yer alan Halk Evi’nde Troçki’nin yaptığı ateşli konuşmayı dinlemek için fabrikalar ve askeri garnizonlar adeta boşalmış durumdaydı.

23 Ekim’de Askeri Devrimci Komite, Peter Paul Kalesi ile hemen yanındaki Kronwerk Cephaneliğini ele geçirdi.

Kale, Kışlık Saray’a tepeden bakan kritik bir konuma sahip.

Kerenski de artık ayak sesleri iyice güçlenen devrimi durdurmak için son bir hamle yapmıştı.

Neva üzerindeki Liteini, Troitsi ve Nikolaevski köprüleri açılmış, hükümet güçlerinin kontrolü altındaki Saray Köprüsü, Neva üzerinde açık kalan tek geçiş haline gelmişti.

Amaç, Neva’nın sağ yakasındaki işçi mahallelerinden gelecek işçilerin önünü kesebilmekti.

Ancak bu işe yaramadı. 25 Ekim günü sabaha karşı 2 sularında Nikoalevski İstasyonu ve Petrograd Elektrik istasyonu ele geçirildi.

Sabaha karşı saatler 3.30’u gösterirken Aurora zırhlısı, hala hükümetin kontrolünde olan Nikoalevski Köprüsü’nün yanına demirlemişti.

Son noktayı koyan askeri operasyon da bu zırhlının dev toplarını kuru sıkı ateşlemesi oldu.

Mermiler kurusıkıydı ancak patlama sesi öylesine etkili oldu ki, Peter Paul Kalesi’nden yapılan diğer atışlarla birlikte artık Bolşeviklerin önünde hiç direnç kalmayacaktı.

Bir dergi yazısı içinde bu devrimin adım adım nasıl geliştiğini, hangi kritik kararların alındığını, Kerenski hükümetinin yaptığı hataları tek tek sayabilmenin olanağı yok.

Ben burada Petersburg’u gezerken devrimin izini sürmek isteyenlere küçük bir rehber yazmaya çalıştım.

O günlerin gelişmelerini bir polisiye roman tadında anlatan bir kitabı meraklılara önermek istiyorum ki ben de Petersburg’a giderken o kitabı okumuştum.

(Alexander Rabinowitch, Bolşevikler İktidara Geliyor – Petrograd’da 1917 Devrimi. Yordam Kitap, Çeviren: Levent Konyar.)

(Bu yazı, Sovyet Devrimi’nin 100. Yıldönümünde, Atlas Dergisi’nin Ekim 2017 tarihli sayısında yayımlandı.)

—————————-