AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin grup toplantısında konuşurken Gezi protestocularına duyduğu nefretini hem bir yalanı tekrarlayarak hem de ağzını bozarak kusmasına şaşırdığımı söyleyemem.
Ancak o günlerde uydurulmuş yalanlar arasından sadece birisini seçmesini, diğerini kullanmamasını yadırgadım.
Geziciler nezdinde kadın – erkek TC vatandaşlarına hakaret ederken “üstleri çıplak, başları bandanalı, deri pantolonlu yüzlerce Gezici erkeğin üzerine çiş yapıp dövdükleri, bebeğini havalara fırlattıkları başörtülü genç kadın” yalanından söz etmemesi beni şaşırttı, küfür etmesi filan değil.
Yaptığı iş, siyasal İslamcı gelenekte normal ve sıradan bir tutum.
Yalan söyle, karşındakini olabildiğince aşağıla, bunun için gerekiyorsa küfür de serbest!
Dün Barış Terkoğlu, Cumhuriyet’te “camide bira içtiler” yalanının nasıl ortaya çıktığını bir kez daha hatırlattı.
Göstericilerin polisin aşırı şiddet kullanmasından kaçarak camiye girdikleri gecenin ertesinde Anadolu Ajansı ve FETÖ’nün Cihan Ajansı, camiye sonradan yerleştirildiği açıkça belli olan bir bira kutusu görüntülerini geçmişlerdi.
Ancak zekâları o kadarına yettiği için iki ajansın, aynı kutuyu yerleştirip, görüntüledikleri yerler farklıydı!
“Camide bira içti” diye fotoğrafı servis edilen gencin elindeki kutunun da kola kutusu olduğunu görmek için sadece fotoğrafı biraz büyütmek gerekmişti.
İmam Fuat Yıldırım, “ben camide içki içen görmedim, din adamıyım yalan söyleyemem” demiş, bunun bedelini de sürgüne gönderilerek ödemişti.
Yani Erdoğan, yalan olduğunu biliyor olması gereken bir şeyi tekrarlıyor ve bu kez “çıtayı” hayli aşağılara düşürerek, TC vatandaşlarının bir bölümüne küfür de ediyor.
Bunun böyle olacağını kendisi ilk Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasını yürütürken yazmıştım zaten.
“Çankaya’nın terbiyesi bozulacak, zaman zaman ağzına biber sürülecek noktalara kadar gelecek.” (5 Ağustos 2014 – Hürriyet)
Erdoğan’ın sinirlerine hâkim olmakta zorlanan bir karakter olduğunu biliyoruz.
Öfkesi kolayca kabarabiliyor ve Taksim Meydanı’nın göbeğine bir alışveriş merkezi dikememiş olmanın yol açtığı zararın sinirlerini iyice bozduğu da açık.
İnsanların niye küfrettikleri konusu üzerine çalışan ve bununla ilgili olarak “What the F.” İsimli bir kitap da yazan bilişsel psikolog Benjamin Bergen, fikirlerimizi zaman ve mekânın sınırladığı, tanımlanmış bir aralık içinde açıklamak zorunda olduğumuzu söylüyor.
Küfür, bu dar zaman aralığında duyguları ifade etmenin pratik bir yolu olduğu için yaygın.
Bergen, sadece ettiği küfürlere bakarak karşımızdaki insanın beyninin dilsel işleyişini, kültürel değerlerini ve dünya görüşlerini anlayabileceğimizi de söylüyor.
Erdoğan’ın kullandığı “sürtük” kelimesi, esasen cinsel kimliği hedef alan bir kelime.
Kadının yerinin evi ve mutfağı olduğunu düşünen Siyasal İslamcılar açısından çok da yadırganmayacak bir küfür bu.
Dizini kırıp, evinde oturacağına sokağa çıkıp Gezi’de bir toplumsal hareketin içinde, erkeklerle eşit bir birey olarak yer alma davranışı sergileyen kadına karşı duyduğu tepkinin dışa vurumu aslında.
İçinde bulunduğu ruh durumu, siyaseten gerilemekte olduğunu hisseden ancak bunu etrafına yansıtamadığı için gerilen, strese giren bir ruh durumu.
Onun için de “yahu ben bu ülkenin Cumhurbaşkanıyım, böyle konuşmak bana yakışır mı” diye düşünmeden, ağzına geleni söyleyebiliyor.
Aslında bir profesyonel destekle kolayca aşabileceği bir sorun bu.
Ama artık görev süresinin sonuna yaklaşıyor ve yeniden seçilme ihtimali oldukça düşük. Geri kalan bir yıllık süre için de o zahmete değmez diye düşünüyorum, rahat olsun.
Bu kötü sözlere muhatap olanların da çok üzülmeleri gerekmiyor bence.
Ne yazık ki seviye bu; gerçi burada bir “seviyeden” söz edebilmemize olanak verecek kadar bile bir yükselti yok ama ne yapalım!
———————————
Mübarek Cuma Soruları – 34
Lafı fazla uzatmadan, Süleyman Soylu ile başlayalım.
Süleyman Soylu’nun yanıtlaması gereken çok soru var.
TC tarihinde bir İçişleri Bakanı’nın bu kadar karışık işlerin içinde yer alabiliyor olmasının bu önemli kurumda yaratabileceği tahribatı anlatmama gerek yok sanırım.
1 – Kendisine gazeteci süsü veren birisi, iş adamı Sezgin Baran Korkmaz’dan, İçişleri Bakanı Soylu’ya verilmek üzere 10 milyon Euro istedi.
Korkmaz bu amaçla “kendisine operasyon çekilirken bazı adamlarının içeride rehin tutulduğunu” da söylüyor.
Bu iddiaya göre Soylu, bir iş adamından avanta 10 milyon Euro istemekle kalmamış, bir de devletin polisini mafya tetikçisi olarak kullanmış!
2 – Ankara ve İstanbul belediyelerinin elinden aldığı yolsuzluk dosyalarını saklayıp, savcılıklara göndermeyen İçişleri Bakanı, “mafyadan para alan AKP’li politikacıyı” da biliyor ama açıklamıyor.
Benim rahatsız olduğum bu durum, AKP yöneticilerini ve milletvekillerini filan hiç rahatsız etmiyor.
“Muhafazakâr hassasiyetleri” ayağa kalkmıyor.
Oysa birisi beğenmedikleri bir resim çizse hep birlikte ayağa fırlayıveriyorlar.
Aralarında “bu iş bize bulaşmasın, kimse bu adamı açıklayın kardeşim” diyecek bir babayiğit çıkmıyor.
Üstelik mafya tarafından maaşa bağlanmış AKP’li politikacının adı bir soruşturma dosyasında da var.
Bakan da büyük olasılıkla oradan öğrendi zaten.
Mafyanın maaşa bağladığı politikacıyı savcı neden koruyor? O da mafya politikacısının ortağı mı?
3 – Adalet Bakanı Yardımcısı yapılan bir savcı ile bir hâkim, olmayan bir MASAK raporunu gerekçe göstererek, Sezgin Baran Korkmaz’ın mal varlığı üzerindeki tedbiri kaldırdılar.
Böylece 150 milyon dolarlık malın kaçırılması mümkün oldu.
Adalet Bakanı, yardımcısına bunu nasıl yapabildiğini hiç sormuyor mu?
Savcı ve hâkim bu işi nasıl oldu da yapabildi?
Emir mi aldılar, para mı aldılar?
—————————
