HÜRRİYET PAZAR

Aşk olmaz ise Mualla!

Çağla Şıkel ki kendisi Posta’daki meslektaşımız Oya Çınar’a göre “10 parmağında 10 marifet olanlardan” diye tanımlanıyormuş, “aşk olursa ne ala, olmaz ise Mualla” dedi.

Aynı hafta sonu bizim gazetede Cengiz Semercioğlu’na konuşan Nilüfer de “aşk hayatım sıfır. Hayatımda bir erkek olmasını hayal bile edemiyorum. Kimseyi çekemem artık. Aşık olup öteki mememi de kaybedemem, bir tane yeter” diye anlatıyor.

Bir tarafta “on parmağında on marifet olan” sunucu – manken – oyuncu var, diğer tarafta bence Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi beş kadın pop şarkıcısından biri!

Aşka “illallah” demişler. Birincisi olsa da olur, olmasa da olur havasında, diğeri “aman evlerden ırak” tutumunda.

Sanıyorum işin sırrı Nilüfer’in “kimseyi çekemem artık” sözlerinde saklı.

Aşk, birisine katlanmak mıdır?

Yoksa normal şartlarda “katlanamayacağınız” tavır, tutum ve düşünceleri “çok çekici” buluyor olmak mıdır?

Bence ikincisi olmalı!

Ama … Oscar Wilde’ın şu sözünü de hatırlamadan edemedim:

“Her ne kadar bir paradoks gibi görünse de, hayat sanatı, sanatın hayatı taklit ettiğinden daha fazla taklit eder.”

Alaturka şarkıların sözlerine dikkat etmişsinizdir mutlaka.

Gerçi şarkılı türkülü muhabbetlerde sözlere dikkat ederek eğlenmek imkansızdır.

Çünkü dikkatinizi sözlere verirseniz, sözlerin içerdiği anlamları kavrayıp aslında hüzünlenmeniz gerekir ama bizim muhabbet ortamlarımızda şarkının sözleri ne kadar acıklı olursa olsun gülüp eğlenmek adettendir.

Dikkat ederseniz şarkılarımızın önemli bölümü biten aşkların ardından yazılmış ağıtlar gibidir.
Giden sevgilinin arkasından ağlayan, hiç kavuşulmamış aşklar yaşayan, aşkın bir yaz yağmuru gibi bitivermesinden yakınan şarkılar.

Eğer söyledikleri gibi ses dalgaları hiç bir engelle karşılaşmadığı sürece uzay boşluğunda belli bir hızla ilerliyorsa ve çoook uzak galaksilerde teknolojisi bizimkinden ileri canlılar varsa bu şarkıları dinliyor olmalılar.

Ve öyle bir gezegende mesela bir üniversitede Türkiye Araştırmaları Enstitüsü varsa ve bu şarkıları dinleyerek bizi anlamaya çalışıyorlarsa acaba hakkımızda ne düşünürler?

Bu şarkıları inceleyen uzaylı bilim adamı, defterine büyük olasılıkla şöyle bir not düşerdi:
“Bu Türkler esasen ‘aşka aşık’ bir millet. Fakat aşıkların birbirlerine sadakatleri çok az. Adamı (ya da kadını) en derin acılar içinde kıvranırken bırakıp kapıyı çarpıp çıkıyorlar! Aralarında bunun sorumluluğunu doğrudan doğruya ‘şarkılara’ yükleyenler bile var: Ah bu şarkıların gözü kör olsun! Hatta şunu bile söyleyebiliriz: Terk edilen aşıklar olmasaydı, Türkiye’de müzik de olmayacaktı!”

Nitekim yazının girişinde sözlerini aktardığım iki başarılı kadının aşk ile düşüncelerinin bu noktaya gelmesinin nedeni bu olmalı.

Sanat hayatı taklit ediyor, aşk acılarından şarkılar üretiyor ama tersi de doğru, hayat da sanatı taklit ediyor, aşk şarkılarına göre aşk yaşanıyor ki sonu ne yazık ki göz yaşı ve hicran dolu!

Peki bunun bir tedavisi yok mudur? Söz konusu iki ünlü kadın ve onlar ile aynı duyguları paylaşan başka Türk kadın ve erkeklerinin yaşamları artık aşksız mı geçmek zorunda?

Artık biliyoruz ki aşkı etkileyen üç temel hormon var.

Dopamin: Bir başka insanı çekici bulmamızı sağlayan ve bizi aşktan deliye döndüren bir hormon.
Serotonin: Tatmin duygusunu açığa çıkaran mutluluk hormonu.
Oksitosin: Çiftlerin birbirlerine sevgiyle bağlanmalarını sağlayan bir hormon.

Osman Müftüoğlu’nun bu gazetede sıkça tavsiye ettiği sağlıklı yiyecekler ve yaşam öğütlerinin hemen hepsi dopamin ve seretonin için de işe yarıyor.

Antioksidan bütün gıda maddeleri, badem, fındık, et ve süt ürünleri, pirinç, muz, avokado, yüksek oranda kakao içeren çikolatalar, sağlıklı güneş ışınları, hobi sahibi olmak, huzurlu olmak gibi şeylerden söz ediyorum.

Ama oksitosin öyle değil. Gerçi bu isimle anılan ve veterinerlerin doğum yapacak ineklere verdikleri bir ilaç var fakat bu size göre değil.

Oksitosin eksikliği, domates, biber, brokoli yiyerek çözümlenemiyor.

Hipofiz beziniz, sizin ne yiyip içtiğinizle pek ilgilenmiyor çünkü.
New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi profesörlerinden Helen Fisher, “oksitosin” salgılanmasının ancak “yakın temas” ile mümkün olabileceğini söylüyor.
Birbirleriyle sürekli “muck muck muck” yaşayan, durduk yerde birbirine sarılan, birbirine masaj yapan, okşayan çiftlerde oksitosin düzeyinin yükseldiği tespit edilmiş.

“Çok horluyor” ya da “ben gece uyumadan önce dizi seyretmek istiyorum” diye eşiyle yatağını ayıran çiftlerde de giderek azaldığı biliniyor, haberiniz olsun!
Yani diyeceğim o ki “aşk olmasa da oh ne ala mualla” diyenlerin sorunu sanırım bu.

Onun için bayanlar baylar, böyle kesin hükümlere varmadan önce bu oksitosin meselesini en az brokoli kadar hayatınızın önemli bir meselesi yapınız!

————————————

 

Sorun şehirlerde değildi!

 

Çağla Şıkel söz konusu röportajında geleneksel magazin deyişiyle söyleyecek olursak, “aşka kapıları tamamen kapatmıyor”!

Bir gün yeniden aşık olabileceği tipi de tarif etmiş, buyurun okuyalım, yayalım, kesin bilgi!

“Çok başarılı olması gerekiyor. İyi bir kariyeri olması, zeki olması, kendisini benden daha geliştirmiş olması, beni kendine hayran bırakması gerekiyor. Her anlamda, katmer katmer kendini benden daha fazla geliştirmiş, aklı başında biri olması. Bana Bodrum’a değil de ‘Kaz Dağları’na gidelim’ demesi gerekiyor, anlatabiliyor muyum? Kafasının farklı olması gerekiyor.”

Eski masallarda, prenses ile evlenebilmek için ejderhanın karnını yararak çıkaracağı kılıç ile tek gözlü devin sırtına akrep dövmesi yapması gereken gariban aşığın durumunu hatırlattı bu tarif bana.

Neden derseniz, “sırrını çözemediğim hiçbir şey yok hayatta. Hayatı çok iyi anladım. Kendi hayatımı, ruhumu kıskanıyorum” diyen bir kadın var bu aşka talip olacak erkeğin karşısında.

Hele o “Bodrum’a değil de Kaz Dağları’na gidelim” demesi şartı yok mu?

İşte o şart bitirdi beni. Varol’un Kaz Dağları’na otel yapmasını takdir ettim ama Hande Yener’in şarkısını söylemeye başlamadan da duramadım: “Sorun şehirlerde değildi / Biz tam yalandık!”

—————————–