28 Şubat için belge aramak…
BUGÜN, yarın yapılır denilen 28 Şubat operasyonu dün başladı. Operasyonun 28 Şubat döneminde Genelkurmay’da faaliyet gösteren Batı Çalışma Grubu’na yönelik olduğu belirtiliyor.
Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir de dahil olmak üzere 31 emekli subay ve astsubay hakkında gözaltı kararı da var ve evleri de bu çerçevede arandı.
Aramalarda neler ele geçirildi bilemiyoruz elbette ama 28 Şubat’a kanıt için aradan bunca yıl geçtikten sonra evlerin aranmasına neden gerek görüldüğünü anlamak da kolay değil.
28 Şubat’taki MGK kararlarına giden süreçte nelerin olup bittiği, nasıl bir emir-komuta zinciri içinde bazı işlerin yürütüldüğünü “açık kaynaklardan” bulmak son derece kolay çünkü.
Öte yandan elde Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat kararları da var.Altında Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Başbakan Yardımcısı’nın, İçişleri, Adalet, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanları’nın, Genelkurmay Başkanı’nın ve kuvvet komutanlarının “ıslak” imzaları var.
Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren süreçte yaşananlar memleketin yasalarının çiğnenmesiyle gerçekleştiyse, bunu elinin tersiyle bir kenara itecek kurum da Milli Güvenlik Kurulu değil miydi? O kurul, bu kararları oybirliğiyle imzaladığına göre soruşturmaya neden dahil edilmedi diye merak ediyorum.
Hakkında gözaltı kararı verilenler arasında emekli astsubaylar, küçük rütbeli emekli subaylar da var. Koskoca bir ordu emir komuta zinciri içinde, arkasına Milli Güvenlik Kurulu’nu da alarak “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini görev yapamaz hale getirdiyse” herhalde en son sırada bu insanlar gelmeliydi.
Çoktan seçmeli bir test denemesi
DENİZ Feneri davasında savcılık “örgüt” ve “dolandırıcılık” suçu bulamadı. Eğer suçu böyle tarif etmiş olsaydı, sanıklar hakkında daha yüksek cezalar istenecekti. Savcıların takdiri, elbette bir bildikleri vardır, yargı süreci bitmeden bir şey söylememiz doğru olmaz.
Onun için şimdi yazacağım örgüt şemasını lütfen söz konusu dava ile ilişkilendirmeyiniz. Benimkisi sadece boş kalmış bir sütunu doldurma çabasıdır diye düşünelim.
Beş-on arkadaş bir araya geliyoruz ve bir yardım toplama organizasyonu kuruyoruz. Ağzımız iyi laf yapıyor, temiz bir insan görüntüsü veriyoruz ve insanların bazı duygularına hitap ederek milyonlarca Euro topluyoruz.
Para çoğalınca, işi idare etmek için kadrolar büyüyor haliyle. Artık bir tür şirket gibi çalışıyoruz. Bir yandan birilerine yardım ederken gözümüz de paranın büyüklüğüne takılıp kalıyor. Bu arada bir de “davamız” var, bir yandan da o görüşü yaymak için çabalıyoruz. Televizyonlar kuruyor, yayınlar yapıyoruz.
Parayı kasadan alıp gitmek o kadar kolay değil tabii. Değişik muhasebe oyunları buluyoruz. Şirketler kurup, şirketler kapatıyoruz ki izimiz kolayca bulunmasın. Çok miktarda yardım yapılmış gibi sahte makbuzlar yazıyor, soranlara “Bakın işte paraları bu kişilere dağıttık” diyoruz. Böylece muhasebe dışına çıkardığımız paraları taşıyacak kuryeler buluyoruz. Onlar bu paraları getiriyorlar ve bunları değişik yerlere yatırıyoruz.
Aramızda kaçınılmaz olarak bir hiyerarşi de var. Paraların nereye gideceğine o hiyerarşi içinde karar veriyoruz, kimimiz patron gibi davranıyor, kimimiz o patronun emirlerini yerine getiren memurlar gibi.
Doğal olarak bu gizli bir organizasyon! Her şeyi herkesin gözünün önünde, açıktan yapacak halimiz yok elbette.
Şimdi düşünelim: Bu kurduğumuz organizasyona ceza yasalarında nasıl bir isim verilebilir: a) Örgüt, b) Arkadaş topluluğu, c) Kokteyl prolonje,
d) Fasıl heyeti, e) Hiçbiri.
Paralarını “fakirlere dağıtacağız” diye topladığımız insanlar kendilerini nasıl hisseder:
a) Dolandırılmış, b) Ödüllendirilmiş, c) Mutsuz,
d) Rahatlamış, e) Hiçbiri.
Atanamayan öğretmenleri de duyun!
YAKLAŞIK on gündür e-postalarımı okuyup, silmek için kullandığım sağ elimin işaretparmağı sızlıyor.
Bu sızının nedeni parmağımın antrenmansız olması değil. On gündür e-posta kutuma gelen mektupların önemli bölümü “Sizi son kez rahatsız ediyoruz” cümlesi ile başlıyor. Mektupların sahipleri, kendilerine verilen bir sözün tutulmasını isteyen genç öğretmenler. 2010 yılında verilen “55 bin öğretmen alınacak” sözünün tutulmasını istiyorlar.
Dün üşenmedim saydım, sabah gazeteye geldiğim ilk 1 saat içinde tam 314 tane böyle mektup sildim.
Mektup sadece bana değil, Türkiye’de gazetelerde bir köşesi olan yazarların hemen hepsine gönderiliyor.
Metin kibar bir çığlık aslında! Seslerini bir türlü duyuramayan ve kendilerini artık çaresiz hisseden insanların çığlığı!
“Bizden sesimiz olmanızı istiyoruz” diyorlar, seçimlerden önce verilen sözün tutulmasını istiyorlar.
Silerken parmağımın sızlamasının nedeni bu! Biliyorum ki birkaç köşede bu istek dile getirilecek, sonra unutulup gidecek.
Milli Eğitim Bakanı, başka işlerle meşgul olduğu için bu çığlığı duymayacak, hükümet umursamayacak.
Gazetelerde küçük bir haber bile olamayacak. Çünkü öğretmenlerin sorunlarını hatırlamamız için bir tek günümüz var, o da öğretmenler günü! Milli Eğitim Bakanı’nın o gün ile ilgili boş sözlerinin tekrarlandığı bir haber çıkacak, atanamayan öğretmenler “öğretmen sayılmadığı için” hatırlanmayacak.