Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, muhtarlara nasıl bir başkanlık sistemi istediğini açıkladı.
Buna kısaca “arı modeli başkanlık” mı demeliyiz acaba, pek kestiremedim.
Şöyle diyor: “Dünyanın en ileri demokrasisi nerede? Amerika’da. Peki ekonomi? Dünyanın en ileri ekonomisi Amerika. Orada da başkanlık sistemi var.”
Bunu söyleyince Amerikan tipi bir başkanlık mı istiyor diye düşünebilirsiniz, ama değil.
Şöyle devam ediyor:
“İlla orayı tıpa tıp mı yapacaksın? Hayır. Uygun gördüğün şeyleri oradan alırsın. Fransa’dan, Avrupa’nın herhangi bir yerinden ne alacaksan onu da alırsın. Güney Amerika ülkelerinden de alırsın.”
Bunu da şöyle yapacakmışız: “Adeta bir arının hassasiyeti içerisinde, her çiçekten nasibini alır, balını yapar, ortaya koyarsın. Olay budur. Bu da bize özgü olur.”
Yani AKP’li anayasacı arıların daha önce oradan buraya uçarak toplayarak, getirip TBMM Uzlaşma Komisyonu’na teklif olarak verdikleri bal gibi!
Gerçekten “bal” gibi bir başkanlık sistemi bu.
Başkan meclise ihtiyaç duymadan tek başına kanun gibi kararname çıkarabiliyor, meclisi feshedebiliyor, yargıyı tayin ediyor, canı ne isterse yapabiliyor.
Tabii işin içinde arılar ve bal olunca, tutan da parmağını yalayabiliyor, onun hesabı da sorulamıyor.
Halka da seçilmiş bir başkanın adım adım nasıl bir diktatöre dönüşeceğini seyretmek kalıyor!
Bırakın korumayın, daha iyi
Bu kadarı, Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Goebbels’in bile aklına gelmemişti.
AKP yöneticileri keşke o yıllarda yaşasalarmış, önleri çok açık olurmuş!
Türkiye’yi bir polis devletine çevirecek, geçmişin olağanüstü hal günlerine rahmet okutacak “güvenlik paketinin” adını değiştirmişler.
Paketin yeni adı: “Özgürlükleri Koruma Paketi!”
“Özgürlükler” şöyle korunacak:
Polis canı isterse, hiçbir gerekçe söylemeden üzerinizi arayabilir, elbiselerinizi çıkarmanızı isteyebilir.
Arabanızı, evinizi arayabilir, 48 saat süreyle göz altına alabilir.
Sizi “güvenlik” gerekçesiyle bu şehirden ötekine sürebilir.
Hakim kararı olmadan 48 saat süreyle telefonlarınızı dinleyebilir.
Ellerinde molotof kokteyli vardı, yüzleri kapalıydı, sapanları vardı gerekçesiyle kalabalıkların üzerine ateş açabilir.
Özgürlükler böyle korunacaksa, bırakın dağınık kalsın, korumayın demek daha doğru sanırım.
“Kabataş yalanı” kimin marifetiydi?
Şirin Payzın’ın CNN Türk’teki “Ne Oluyor” programında önceki gece bir tartışma izledim.
Tartışmanın konusu “Kabataş’ta tacize uğrayan türbanlı kardeşimiz” meselesiydi.
Esas konu bu değildi ama söz dönüp dolaşıp oraya geldi, çünkü konuklardan biri, bu olayı ilk kez gazetesinde yazan Elif Çakır idi.
Çakır, haberinin arkasında olduğunu söylüyor. Olabilir, gazetecilerin yaptıkları habere inanmalarında şaşılacak bir durum yok.
Çakır da tacize uğradığını söyleyen “Zehra Hanım” ile konuşmuştu, onun anlattıklarını aktarıyordu.
Burada gazetecilik dersi vermek istemem, haberin sorunlu yönlerini zaten daha önce çok tartıştık.
Çakır, programında türbanlı Zehra Hanım’a, pusetteki bebeğine saldıranların yakalanmamış olmasının ardında bir “komplo” arıyor.
“Oradaki mobese kameralarının hepsinin bozuk olması mümkün müydü” diyor.
“Bu kameralar kimin sorumluluğundaydı acaba” diye soruyor.
Balyoz gibi davalardaki sahte deliller üzerinden hareket ederek bu suçluların yakalanmamış olmasından “paralel polisleri” sorumlu tuttuğunu ima ediyordu.
Çakır belli ki haberinin devamı ile ilgilenmemiş.
Çünkü birincisi söz konusu kadını elinde pusetiyle eşini beklerken gösteren kamera kayıtları var, kameraların hepsi bozuk değil.
İkincisi, polis sadece kamera görüntülerinden değil, o saatte bölgede sinyal veren cep telefonu kayıtlarından da yola çıkarak yüzlerce kişiyi sorguladı. Kimse 60 –
70 kişilik, üstleri çıplak, ellerinde eldivenler, başlarında siyah bandanalar olan bir grubu görmemiş.
Üçüncüsü, “pusetiyle havaya atılan” bebekte, böyle bir saldırıyla oluşması gereken yara – bere yok.
İddia sahibi kadın da da böyle bir saldırının izleri görülmüyor, kolunda sadece bir kaç çizik var, onların da kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor.
Dördüncüsü, “kadına yardım etmek isterken öldürülesiye dövülen dede ve torunundan” da iz yok. Ne hastanelerde, ne de bölgede hizmet veren ilk yardım ekiplerinde böyle bir kayıt ve yaralı bulunamadı. Sonradan şikayetçi olan da çıkmadı.
Beşincisi, dönemin Başbakanı, bu olayı insanlar arasında düşmanlık yaratmak için kullandı, mütedeyyin insanları tahrik etmeye çalıştı. Onun için de bu işi özellikle takip etti, en küçük bir kanıt bulabilseydi, bunu nasıl kullanacağını hepimiz gayet iyi biliyoruz.
Bu iddianın sahibi olan kadın, dini değerleri kullanarak halkı kin ve düşmanlığa sevk etmeye çalıştı ama hala hakkında ciddi bir soruşturma yapılmış değil.
Bunu yapmıyorlar çünkü iğrenç bir yalanın yüzlerine bir kez daha vurulmasından korkuyorlar.