HÜRRİYET

Bana liderini söyle!

FAZIL Say’ın 10 ay hapisle cezalandırılmasına neden olan cümlesi esasen şuymuş:

“Bilmem fark ettiniz mi, nerede yavşak, adi, magazinci, şaklaban varsa hepsi Allahçı. Bu bir paradoks mu?”

Söylenen bu sözün “akıllı” bir söz olmadığına kuşku yok ama her akıldışı sözü cezalandıracak olsak sokakta insan kalır mıydı, bir durup düşünmekte de yarar var.
Zaten her türlü genelleme yanlıştır, bu cümle de dahil olmak üzere!
Ama okuma–yazma bilen herkes bu cümlenin bir “paradoksa” işaret ettiğini anlayabilir. Gerçi sözleri sonuna kadar okuma sabrı gösterenlerin bunu anlamalarına da gerek yoktur, zaten öyle söylüyor: “Bu bir paradoks mu?”
Hem dilinden Allah kelimesini düşürmeyeceksin, inanmış bir Müslüman olduğunu söyleyeceksin, hem de bununla bağdaşmayan sözler söyleyip, işler yapacaksın?
Bu bir paradoks değil midir?
Kuşkusuz ki paradokstur ve böyle bir paradoksa işaret eden cümleyi, “Dini değerlere hakaret ediyor” diye yorumlayamazsınız.
Üstelik tam tersine dini değerleri öne çıkardığını söyleyebiliriz. Eğer Allah’a inanıyorsan, Say’ın deyişiyle “yavşak, adi, magazinci, şaklaban” olmayacaksın!
Fazıl Say
’ın söz söyleme hürriyetini savunduğum için birkaç gündür protesto e–postaları da alıyorum. En az yüzde 90’ının içeriği ağır küfür ve hakaretle dolu.
Bu küfürleri edenler, dini değerlerinin hakarete uğradığını düşünüyorlar, bunun için Fazıl Say’a kızgınlar, onun haklarını savunduğum için bana saydırıyorlar.
Peki, bu Fazıl Say’ın işaret ettiği türden bir paradoks değil midir? Hem Müslüman geçineceksin, hem de hiç tanımadığın birisine fikirlerini beğenmedin diye küfredeceksin. Bunun “Allahçılıkta” yeri var mı?
Ben şimdi bunu söylediğim için dini değerlere hakaret etmiş mi oluyorum, yoksa dini savunduklarını iddia edenlerin bir paradoksuna işaret etmiş mi oluyorum?
Sorunumuz budur: Hoşgörüsüz, önyargılı, intikamdan başka bir duyguyu tanımayan, empati denilen şeyden nasibini almamış insanlara dönüştük.
Kimse kimseyi dinlemiyor, ne demek istediğini anlamaya çalışmıyor.
Bu toplumun bu hale gelmesinde on yıldır her gün televizyonlarda bağıra çağıra herkesi azarlayanın da rolü var mutlaka.
Bana liderini söyle, sana o toplumun nasıl bir toplum olduğunu söyleyeyim!

Bu cezayı neden abartıyorum?

BİR arkadaşım Fazıl Say’ın mahkûmiyeti üzerine yazdığım yazılar için şöyle bir yorum yaptı: “Türkiye’de söz söylediği için ilk kez mi birisi mahkûm ediliyor, neden bu kadar abartıyorsun?”
Fazıl Say, Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin 3. fıkrasında
yazılı suçu işlediği için cezalandırıldı.
Boş tartışmalara girmeden önce o fıkrayı okuyalım:
“Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Fazıl Say’ın bu sözleri Twitter’da yazmış olmasından sonra “kamu barışının bozulduğunu” hatırlıyor musunuz?
Hatırlayamazsınız, çünkü böyle bir şey olmadı.
Birkaç işgüzar dışında insanların ezici çoğunluğu bu sözleri dikkate almadı, kimi güldü geçti, kimi aptalca buldu. Ama bu nedenle toplumsal barış filan bozulmadı.
Ama mahkeme Say’ı bu nedenle cezalandırabildi.
Bir tek nedeni var: Fazıl Say, günümüz iktidar sahiplerince sevilmiyor, görüşleri iktidar çevrelerinde rahatsızlık yaratıyor. Fazıl Say, affedilemez bir suç işliyor, muhalefet ediyor. İktidar yancılığı, yağcılığı yapmıyor.
Mahkeme de onu kolayca cezalandırabiliyor, elindeki kanun açıkça “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde” diye vurgulamış olmasına rağmen!
Savcı da yargıç da bu maddeyi biliyorlardı ve kuşkusuz ki “kamu barışının bozulmadığının” da farkındalardı.
Muhalefetin yasaklandığı bir ülkeye dönüşüyoruz.
Böyle durumlarda güveneceğimiz tek kurum yargı olabilirdi, görüyorsunuz ki ona da güvenebilmek mümkün değil.
Adil ve bağımsız vicdanlı bir yargıca düşerseniz mesele yok, beraat edersiniz. Ama “dönemin ruhuna” kendini iyice kaptırmış bir yargıç, sizi kolayca cezalandırabilir.
Ve bu her türlü düşünce sahibi insan için tehlikeli bir durumdur, işte bunun için bu konunun üzerinde duruyorum.

‘PKK’ya ne veriliyor’ sorusu

IRA ile İngiltere arasındaki barış görüşmeleri kapalı kapılar ardında gerçekleşti.
Bizde ise tersine işliyor. Her şey, herkesin gözünün önünde cereyan ediyor, PKK’nın hangi yollardan geçerek geri çekileceğini, silahlarını kime bırakacağını, askerin–polisin kafasını nasıl ters tarafa çevireceğini bile biliyoruz.
İlk bakışta bu şeffaflık iyi bir şey gibi görünüyor ama spekülasyonlara açık bir ortam da yaratıyor. Normal şartlar altında daha büyük halk desteği alacak bir konu bu kez “Ne aldın–ne verdin” üzerinden gündeme geliyor.
Gazetecilerle karşılaşanların günün gelişmelerini sormalarına artık alışkınım, şimdi de en çok bu soruyla muhatap oluyorum: PKK’ya ne veriliyor?
Şu anda alınıp verilen bir konu yok oysa. İlk iş silahların susmasıydı, onu kalıcılaştırmaya yönelik adımlar atılıyor, önemli bir gelişme bu.
Sürecin bir “al–ver meselesi” halinde algılanmasının nedeni ise hükümetin kendisi.
PKK ile hiç ilgisi olmayan demokratik gelişmeler, yargılamanın iyileştirilmesi bile getirilip bu konuya bağlandı.
Bu konuya hükümet gerçekten önem veriyorsa, bu Anayasa değişikliğinde ittifak arayışları için göstermelik bir süreç değilse bu iki konuyu birbirinden ayırmalıdır.