Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Başbakan vurunca onlar öldürüyor!

KIBRIS’ta yaşananlar en çok Rum tarafını sevindiriyor olmalı.

Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin arasındaki psikolojik bağ çözülüyor, Türkiye’nin Kıbrıs’ta bir “işgalci” gibi davrandığına ilişkin “algı” yükseliyor.
Ve 1974’ten beri ilk kez böyle bir noktaya gelmiş olmamızın bir tek nedeni var: Başbakan, sinirlerine hâkim olamıyor!
Başbakan’ın anlık öfke patlamaları ile şekillenen politik tutumlar, içeride de, dışarıda da tamiri zor sonuçlar yaratıyor.
Sorunun temelinde Başbakan’ın çevresinde yer alanların tutumları da yatıyor.
Bu çevre Başbakan’ı sakinleştirmenin yolunu, yangının üzerine körükle gitmekte buluyor.
Başbakan bir konuya mı sinirlendi? Daha söylediklerinin üzerinden saatler geçmeden bir salvodur başlıyor!
Belli ki Başbakan’ın kendi tabiriyle “insan olduğunu” unutuyorlar. İnsani bir öfke patlamasının yatışıp, meselenin enine boyuna sakince tartışılmasına fırsat bırakmıyorlar.
Eğer böyle yapmış olsalardı, Kıbrıs’ta küçük bir grubun tutumuna sinirlenen Başbakan’ı iyice kışkırtmak ve işi büyükelçiyi değiştirmeye kadar vardırmak yerine meselenin iyice düşünülmesini önerirlerdi.
Başbakan’a önerim, seçimi fırsat bilerek yakın çevresine biraz da “sağduyu sahibi” insanları almasıdır.
Belli ki kendisi sinirlerine hiçbir zaman hâkim olamayacak, bunu değiştirmek mümkün görünmüyor.
Ama hiç olmazsa bu öfke patlamalarının yaratacağı hasarı azaltacak insanları yanına alabilir.

Kılıçdaroğlu’nun yapması gereken  

AKP medyasının en gözde konusu CHP’yi eleştirmek!
Bir yandan Süheyl Batum gibi söylediği sözün nereye gideceğini hesaplamadan konuşanları eleştiriyorlar, diğer yandan da “CHP’de her kafadan bir ses çıkıyor, bu partiden ne köy olur, ne kasaba” anlamında eleştiriler yapıyorlar.
Belli ki kafalarındaki “ideal parti modeli” AKP gibi olmalı.
Sadece liderin konuştuğu, herkesin bir söz söylemek için liderin ağzına baktığı ve o ne derse onu tekrarladığı bir parti!
İşin ilginci CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da sanki bu eleştiriye hak veriyor gibi.
“Orduyu bir tek kendisinin eleştirebileceğini, eski genel başkanın böyle bir talimat verdiğini” hatırlatıyor.
Kendisini “sosyal demokrat” diye tanımlayan bir partinin lideri için oldukça garip bir yaklaşım olduğunu söyleyebilirim.
Üyelerin yerini parti meclisinin aldığı, parti meclisinin yetkilerinin genel başkan tarafından kullanıldığı partilere “merkeziyetçi” partiler diyoruz ki demokratik parlamenter sistem için bu pek makbul bir durum sayılmaz!
Bizim parlamenter sistemimizdeki en büyük sorun da budur zaten: Partilerin demokratik bir yapıya sahip olmamaları!
Elbette demokratik bir partide de herkes her aklına geleni söyleyecek diye bir şey yoktur.
Ancak böyle bir parti disiplininin uygulanabilmesinin de bir tek yolu vardır: Parti politikalarının parti içi demokrasi yoluyla oluşturulması, geniş katılımlı tartışmalarla politikaların saptanması gerekir.
Parti politikaları böyle belirlendiği zaman üyelerden de o politikaya uymaları ve bununla uyuşmayanların partiden gitmeleri beklenir.
Kılıçdaroğlu, farklı seslerin parti bütünlüğünü ve politikalarını bozmasından yakınıyorsa, yapması gereken şudur: Partinin her konuda açık seçik politikalara sahip olmasını sağlayacak geniş tartışma ortamını yaratmak!

Bu tutuklamaları anlayamıyorum

ERGENEKON Davası’nın tutuklu sanıklarından Prof. Dr. Mehmet Haberal, İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nden, Halkalı Mehmet Akif Ersoy Hastanesi’ne nakledildi.
Savcılık, Prof. Dr. Haberal’ın “hastanede yatmaması gerektiğine” inanıyor.
Taburcu edilebileceğine ilişkin raporun saklandığı iddialarıyla açtığı soruşturmayı sürdürüyor.
Adli Tıp raporu da savcıları destekliyor, yani savcılık yeterli delillere sahip.
En son olarak Haberal’ın yattığı servisten bir hemşire ve bir astsubay ile iki refakatçisi gözaltına alındı.
Enstitünün müdürü olan profesör daha önce tutuklanmıştı, ben bu yazıyı yazdığım saatte de bir başka profesör tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edilmişti.
Haberal’ın hastanedeki odası gece yarıları basıldı, aramalar yapıldı. Sadece hastanedeki odası değil, refakatçilerin otomobilleri bile arandı. “Gece yarısı hasta odasının aranması” kanuna pek uymuyor ama bu davada CMK hükümlerinin kolayca görmezden gelinebildiğini biliyoruz.
Ne aranıp da bulunamadığını merak ediyorum elbette. Dava ilerledikçe öğreniriz diye düşünüyorum.
Ama asıl merak ettiğim konu, orada hekimlere bağlı olarak çalışan bir hemşirenin nasıl olup da gözaltına alınabildiği! Haberal’ın hastanede yatmaya devam etmesi onun kararıyla olabilir miydi? Refakatçilerin durumu da farklı olmamalı!
Geçenlerde biliyorsunuz bir başka tıp profesörü bıçak parası istediği için “suçüstü” yakalandı ve tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkeme, profesörün toplumda tanınan bir kişi olduğundan hareketle tutuklanma istemini reddetti.
Haberal soruşturmasındaki profesörler neden tutuklandı diye merak ediyorum. Acaba onlar toplumda yeteri kadar tanınmadıkları için mi?
Savcılık bir ağır hastanın yerini değiştirme kararını da alabildiğine göre elindeki deliller güçlü olmalı, yeterince toplanmış olmalı.
Deliller toplandıysa tutuklama neden? Deliller yeterli değilse hastanın yerini değiştirerek yaşam hakkını tehlikeye atmak neden?
Yoksa bir kez daha çifte standartlar ve hukukun keyfe göre uygulanması sorunu ile mi karşı karşıyayız?