Bir ‘türban sorunu’ daha ama bu kez tersi
‘ÜNİVERSİTEDE türban’ sorunu olan tek ülkenin Türkiye olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Malezya da şu anda ‘türban krizi’ ile meşgul. Ancak oradaki sorun, bizdekinin tam tersi. Oradaki problem ‘üniversitede türban takmak istemeyen kızlar’la ilgili.
Malezya’daki Uluslararası İslam Üniversitesi (IIU) yönetimi, mezuniyet törenine katılacak kız öğrencilerin tümünün türban takmak zorunda oluğunu açıkladı.
Malezya’da çok sayıda Çin ve Hint kökenli Müslüman olmayan insan da yaşıyor ve onların da kızları bu üniversiteye gidebiliyorlar. Ayrıca Müslüman da olsa türban takmak istemeyenler de var.
(Malezya nüfusunun sadece yüzde 60’ı Müslüman Malaylardan oluşuyor.)
Yasağı savunan Malezya hükümetinin bakanı şöyle diyor: ‘Bu üniversitenin bir disiplin sorunudur. Öğrenciler IIU’ya kayıt yaptırmadan önce de bu zorunluluğu biliyorlardı ve şimdi uymak zorundalar.’
Bakanın ‘türban zorunluluğunu’ savunurken söylediği sözlerle, bizde ‘türban yasağı’ savunulurken söylenen sözler ne kadar da birbirine benziyor değil mi?
Bizde de daha üniversiteye kayıt yaptırmadan türban yasağının varlığı biliniyor ama bu ‘bilgi’ hiçbir işe yaramıyor!
Üniversitenin öğrenci birliği ise Müslüman olmayan kız öğrenciler için bu zorunluluğa karşı çıkıyor. Dernek Başkanı şöyle diyor: ‘Müslüman öğrenciler için sorun yok; ancak Müslüman olmayanlar için de hassasiyet gösterilmeli. Müslüman olmayanlar başlarını örtmeye zorlanmamalı.’
Bu da ‘demokrasinin Malaycası’ diye düşünüyorum. Başını örtmek istemeyen kız Müslüman değilse nasıl giyineceği onun ‘kişisel hakları’na giriyor. Ama Müslüman bir kız öğrenci için böyle bir seçenek yok! O istemese bile başını örtmek ve öyle okumak zorunda! ‘İnsan haklarını savunan’ dernek başkanı olan genç, ‘Müslüman olmayan zorlanmamalı’ derken aslında ‘Müslüman olanlar zorlanır’ da demek istiyor.
Görüyoruz ki orada da burada da sorun, İslam’ın doğuşundan bu kadar yüzyıl sonra bile toplumsal yaşama dinsel kuralların egemen kılınmaya çalışılmasından kaynaklanıyor.
Malezya’daki tartışma ‘laik, demokratik cumhuriyetin’ bizler için ne kadar vazgeçilmez olduğunu da gösteriyor.
Levent’te ‘terörün başarı abidesi’!
MASLAK’ta akaryakıt istasyonunu havaya uçurarak birçok masum insanın canını almak isteyen teröristler, Emniyet’in çok başarılı bir operasyonuyla ele geçirildiler.
Emniyet güçlerini zaman zaman eleştiriyorum; ama başarılı oldukları zaman da haklarını teslim etmeyi ihmal etmemek gerek.
Polis bu başarıyı sıkça tekrarladığı sürece, bundan böyle terör eylemi yapmak isteyenler iki kere daha düşünmek zorunda kalırlar. Bu açıdan ‘alçakların’ kısa sürede yakalanmış olmasını çok önemsiyorum.
Polisin teröristleri yakalamakta gösterdiği başarının bir benzeri de söz konusu akaryakıt istasyonunun işletmecileri tarafından tekrarlandı. Havaya uçurulmak istenen istasyon kısa sürede onarıldı ve yeniden hizmet vermeye başladı.
Bu tür olaylarda her şeyi eskisine döndürmek konusunda gösterilecek çabanın da yaşam biçimimizi değiştirmek isteyen teröristlere verilecek önemli bir yanıt olduğunu düşünüyorum.
Teröristler görmeli ki ne yaparlarsa yapsınlar, yaşamımızı değiştirmeye güçleri yetmeyecek, yakıp yıktıkları kısa süre sonra yeniden eskisi gibi yerine konacak.
Sırası gelmişken artık TMSF’nin malı olan eski HSBC binasına da değineyim.
Aradan geçen iki yıla rağmen o bina hálá bir ‘terörün başarı abidesi’ gibi kentin ortasında dikilip duruyor!
Ne TMSF bunu umursuyor, ne de belediye.
Artık o binayı yıkıp yerine yenisini yapmanın zamanı gelmedi mi? Alçakça saldırılarda kaybettiğimiz insanlarımızı da hep hatırlamamızı sağlayacak bir anıt ile birlikte oraya yapılacak yeni bir bina, teröre karşı kararlılığımızı gösterecek bir sembol olacaktır.
Kadir Topbaş, hazır emlak komisyonculuğuna soyunmuşken bu binaya da bir talip bulamaz mı?
Almanlardan öğrenecek şeyler var!
FENERBAHÇE-Schalke 04 maçı için Gelsenkirchen’e gittiğimi bilen bir arkadaşım çarşamba sabahı aradı: ‘Hakemler Türk olmayınca bir maçı 11 kişi bile bitiremiyorsunuz’ diye benimle dalga geçti.
Ona, hakemin hiçbir kararına itiraz etmeyen, yere düşen rakiplerine ellerini uzatan Fenerbahçeli oyuncuları hatırlattım. ‘Umarım siz de bir gün böyle bir takıma sahip olursunuz’ dedim.
Şunu söylemeliyim: Maçın 90. dakikasının içindeydik, Fenerbahçe 1-0 gerideydi, dokuz kişiyle oynuyordu ve biz tribündeki Fenerbahçeliler o maçın berabere biteceğine inanıyorduk!
Futboldan anlamayanlar için bir şey ifade etmeyebilir bu, ancak gerçek futbolseverler bu duygunun nasıl bir şeye karşılık geldiğini anlayacaklardır.
Salı gecesi maçtan çıkarken bir de şunu düşündüm: Federasyon, Türkiye liglerinde oynayan bütün takımların tribün liderlerini iki hafta sonraki Schalke-PSV maçına götürmeli. Bizim amigolar belki o zaman ‘Kartal/Cimbom/Fener gol gol gol’ gibi tezahüratların bir manası olmadığını anlayabilirler. O ‘soğuk Alman’ların, bir stadı nasıl gerçek bir cehenneme çevirebildiğini öğrenirsek, eminim burada tribünlerde rakiplere küfür etmek yerine, takımımızı desteklemeyi de öğrenebiliriz.