Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bu bir ‘Sünni Baaslaşma’ işareti mi?

HAMAS’ın lideri Halit Meşal, Suriye diktatörünün sonunun yaklaşmaya başladığını görünce Türkiye’ye geldi. Meşal ile bir iftar yemeğinde buluşuldu, sorunlar konuşuldu. Görüşmeye Türkiye tarafından katılanlar şöyle: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan.

Bu tabloyu görünce “Dışişleri müsteşarı ya da bir yetkilisi neden yok” diye düşünmeden edemedim.

Benim bildiğim istihbarat örgütlerinin (oradaki adı Muhaberat) başlarının bu tür toplantılarda başköşede oturtulmasına eski Baas rejimlerinde rastlanırdı.

Demokrasinin “sınırlı olmasına” ve sadece “Başbakan’ın istediği, beğendiği sınırlar içinde hür olunmasına” yavaş yavaş alışıyorduk. Acaba şimdi bu iş Ortadoğu geleneklerine uygun, üzerine Sünni İslam sosu dökülmüş, sekülerizminden arındırılmış bir tür Baasçılığa doğru mu gidiyor?

Kızlar tesettüre girseydi!

BAŞBAKANIMIZ, eşi ve spordan sorumlu bakan ile Londra’lara kadar gitti, olimpiyat oyunlarının açılışını izledi, sonra da kız basketbol takımının maçına gitti.
Türk sporcu kafilesi yola çıkmadan önce de hükümet yetkililerinden ağızları kulaklarında demeçler duyduk: İlk kez şu kadar kadın sporcu olimpiyata gidiyormuş vs!

Merak ettiğim konu şu: Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere, iktidardaki bütün AKP ileri gelenlerinin kafalarındaki düzen Türkiye’de geçerli olsaydı, Türkiye bu kızlarla gurur duyabilir miydi? Kız çocuklarını küçük yaşta tesettüre sokmak isteyen bu zihniyetin şimdi kız sporcuların başarılarıyla övünmeye hakkı var mı?

“Hayır, yok” yanıtını vermeliyim. Kadınlara sosyal yaşama girmeleri için bir alan açmayı başaran laik düzen yerine, bu beylerin hayal ettiği düzen olsaydı, bu kızların hepsi 12–13 yaşında tesettüre girecekler ve asla böyle bir spor yapamayacaklardı. Büyük çoğunluğu da evlendirilmiş olacaktı, akıl baliğ oldu diye!
Unutmayın ki bunların gazetelerinde bu kız sporcuların fotoğrafları bile sansürlenmeden yayınlanamıyor!

Soner Yalçın’ın çığlığı

ODATV davasında tutuklu olarak yargılanan Soner Yalçın Avrupalı parlamenter ve gazetecilere birer mektup gönderdi.

Bizim gazetelerde kendisine kolayca yer bulamaz, bunu biliyorum. Kimisi sevmediğinden, kimisinin sayfası az olduğundan, kimisi birilerinden korktuğundan bu mektubu görmezden gelecektir. Ben üzerime düşeni yapayım, bu köşede biraz kısaltarak sizlere ulaştırayım istedim. Bundan sonrası Soner Yalçın’ın sözleri: “Günde 17 saat su verilmeyen, 24 saat aydınlanma lambalarının açık olduğu ve her anımın 2 kamerayla izlendiği cezaevindeki koğuşumda bazen kendimi bu sözü söylerken yakalıyorum: ‘Kimse var mı orada?’

Yaklaşık 2 yıldır İstanbul’daki Silivri Cezaevi’nde tutukluyum.

Adım, Soner Yalçın. 47 yaşındayım ve 25 yıldır gazetecilik yapıyorum. Son olarak Hürriyet’in yazarıydım. 12 kitap yazdım. Bunların hemen hepsi, 100-200 bin satarak beni ülkemin best seller yazarı yaptı. Ayrıca odatv.com adlı haber sitesinin sahibiyim.

25 yıllık gazetecilik yaşamımda, Türkiye’deki faili meçhul cinayetleri, devlet içindeki illegal örgütleri, çeteleri, mafyayı ve dinci cemaatleri kaleme aldım. Tarih çalışmaları yaptım.

Yazdıklarım nedeniyle ölüm tehditleri aldım; aylarca saklanmak zorunda kaldım ama yine de korka korka hakikatleri yazdım.

Gazetecilik kuruluşları dışında hiçbir derneğe, vakfa, siyasal partiye ve örgüte üye değilim.

Ülkemde sadece mesleki kimliğimle tanınırım, siyasal kimliğimle değil.

Ve buna rağmen, 5 yıldır süren yargılama sonucu hâlâ ortaya çıkarılamamış ‘Ergenekon’ adı verilen gizli bir örgütün üyesi olduğum iddiasıyla hapisteyim. Peki delil olarak ne gösteriyorlar? Sahibi olduğum odatv.com bilgisayarında devlet güvenliğini ilgilendiren Word dosyalarının bulunması!

Bunlar bize ait değil, virüsle bilgisayarımıza gönderildi. Bunu Türkiye’nin üç seçkin üniversitesi ile bir ABD bilişim ve siber suçlar şirketinden aldığımız bilirkişi raporlarıyla ispat ettik. 134 sayfalık iddianame aslında neyin yargılama konusu olduğunu ispat ediyor:

İddianamede, 361 ‘haber’, 280 ‘kitap-yazı’, 53 ‘köşe yazısı’, 26 ‘röportaj’ ve 5 ‘makale’ sözcüğü geçmektedir!

İddianamede, silah yok, bomba yok, cinayet yok, eylem yok. Mahkemede hâkimler bana sadece, ‘o haberi neden yaptınız’ veya ‘o röportajı niye yayımladınız’ sorusunu yöneltti!

İşte suçum bu: Soru sormak, gerçeği aramak, hakikati yazmak. Yani, mesleğimi yapmak!

Benim ülkemde düşünce hâlâ kötülüğün simgesi olarak görülüyor. Düşünsel değerlere tutkuyla bağlı zihinlere sadece düşmanlık ediliyor; sahte delillerle hapse atılıyor.

Bu mektubu size yazdım; çünkü siz benim ‘suç’ ortağımsınız. Nasıl mı?

Aydınlanmayı, özgür düşünceyi, akılcılığı sizden öğrendik biz.

Sessizliğe mahkûm edilişime son verin. Sesim olun, kalemim olun. Yıkın yalanlarla örtülü şu zindanın dört duvarını. Yoksa yine, toprağa, çiçeğe, ağaca ve en dayanılmazı 12 yaşındaki oğlumun kokusuna hasret; insani niteliklerimi kaybetmem için yoğun tecrit uygulanan cezaevindeki koğuşumda kendimle konuşmaya devam edeceğim: ‘Kimse var mı orada?’”

Pazartesi soruları Kalinka eşliğinde!

GELENEKSEL pazartesi sorularımızı Kalinka dinlerken okuyoruz. Sorularla bir ilgisi yok bunun tabii. Sadece son dört gecemi Moskova’da geçirdim, dilimden düşmez oldu. “Kalinka kalinka kalinka moya!” (Benim küçük kurt üzümüm!) Konuyla hiç ilgisi yok, benimle ilgili sadece. Onu da bir cumartesi anlatırım artık. Yerimiz dar, vakit doluyor, hızla sorayım soruları:

1– KPSS çetesi neden yakalanamadı? Nefesi kuvvetli bir hoca mı koruyor bunları? Yoksa MİT Müsteşarı hırsızları yakaladı ama dosya bir yerlerde sumen altına itildi?

2– Bülent Arınç’a suikast palavrasını kim uydurdu? Askerin rejim içindeki yerini almaya çalışan polisin bir oyunu mu bu acaba?

3– Suudi Kralı’nın hediye ettiği mücevherler neden beyan edilip, Hazine’ye teslim edilmedi? İleride bunları satabileceğinizi ya da takabileceğinizi mi zannediyorsunuz?