Hıncal Uluç geçenlerde yazdığı bir yazıyla beni 40 yıl öncesine götürdü.
O vakitler Yankı Dergisi’nde çalışıyorduk, Hıncal Ağabey olgun bir gazeteciydi, bense meslekte kendime bir yer edinmeye çalışan stajyer muhabir.
Hıncal Ağabey, sözünü ettiğim yazısında o yıllarda kullandığı daktiloyu anlatmıştı.
IBM’in ilk elektronik daktilosu Selectric’i.
O daktilo ile yazılmış küçük bir kağıt parçası masasının yan tarafındaki duvara asılı mantar bir panoya raptiyelenmişti. Güneşten hafifçe sararmış, bir parşömen parçası.
Üzerinde şöyle yazıyordu: “Gitmek isteyeni bırak, dönerse senindir. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır.”
Yıllar var ki Hıncal Ağabey’in Sabah’taki odasına gitmedim, hala o yazıyı saklıyor mu, duvarına asılı mı, bilemiyorum.
O yazıyı ilk okuduğumda “sonra pişman olursun Hıncal Abi” dediğimi hatırlıyorum.
Hıncal Abi’nin yanıtını da: “Zamanla öğrenirsin, işine bak!”
Hıncal Abi, daktilosundan söz edince bunu hatırladım ve dilime de bir şarkı takıldı:
Sahne adı Passenger olan Michael David Rosenberg’in çok da eski olmayan bir şarkısı bu: Let her go!
Bırak kızı gitsin!
Şarkının hemen girişinde şöyle bir söz var:
“Only know you love her when you let her go.” (Onu sevdiğini yalnızca gitmesine izin verdiğinde anlarsın.)
Şarkının bir yerinde “camın dibinde bakakalırsın” da diyor ki Hıncal Abi’nin, buna bugünkü yanıtı ne olur, tahmin edebiliyorum.
Neredeyse herkesin cebinde bir akıllı telefon var ve artık küçük bir sandalla denize açıldığınızda bile nerede olduğunuzu öğrenmeniz, küçük bir uygulama simgesini tıklayarak mümkün olabiliyor.
Navigasyon araçları bu kadar gelişmeden önce insanlar yollarını, yönlerini bulabilmek için “her zaman orada olan” gök cisimlerine bakarak bulurlardı.
Güneş, ay, Kuzey Yıldızı.
Pusula, usturlap vs. icat edilip, kerteriz almak kolaylaştığında bile bu gök cisimlerinin dilini bilmek gerekirdi.
Bir kadına aşık olmayı buna benzetirim.
Tıpkı, eski tarihlerde yaşayan insanların Güneş, Ay ve Kuzey Yıldızı’na bağlı olmaları gibi.
Aşık olduğunuzda güneşiniz, ayınız ve kuzey yıldızınız o kadın olur, yaşamınızı ona göre planlarsınız.
Hayatınızın merkezinde öyle bir mıknatısın çekim gücü oluşur ki tıpkı pusulanın kırmızı ucunun kuzeyi göstermesi gibi hep aynı kişiyi gösterir.
O olmazsa, büyük bir boşluğun içine düşer, şaşkın şaşkın etrafınıza bakar, kalırsınız.
Güneşiniz yoktur ki önünüzü aydınlatsın, ayınız yoktur ki havanın nasıl olabileceğini bilip, tedbirinizi alabilesiniz, kuzey yıldızınız yoktur ki yönünüzü bulabilesiniz.
Bunu bütün aşıklar bilir.
O çok özel kadının bir gülüşü, gamzesinin bir kıvrımı, saçının küçük bir dalgalanması, omuzlarının naif silkinişi aşığın dünya üzerindeki konumunu belirler.
O olmadığı zaman anlarsınız, yokluğunun ne anlama geldiğini.
Onun için “gitmek isteyeni bırak, dönerse senindir” sözü bana hala şarkıdaki sonucu yaratır gibi geliyor: Camın dibinde bakakalırsın!
İnsanın sevdiği birisinin gitmesine göz yummasını, hatta bunu “geri dönmezse de zaten yoktu” diye kendisine gerekçelendirmesini anlayamam.
Aşk daha bitmeden, yaşanacak onca şey eksik kalmışken tamamen yitirilen bir sevgilinin ardından asla doldurulamayacak büyük bir boşluk kalır çünkü.
Ve o sonsuz boşluk içinde güneşiniz, ayınız, kuzey yıldızınız yoksa yolunuzu bulamazsınız.
Yerine başkasını koymaya çalışsanız bile bu yaptığınız şey Küçük Ayı’nın ucu yerine Büyük Ayı takım yıldızındaki parlak ışıklı Dabne’ye bakarak yolunu bulmaya çalışan denizciden farklı olmaz.
Evet, o da sizi bir yere götürür ama kuzeye değil!
Onun için birisini gerçekten sevip sevmediğinizi anlamanın yolu gitmesine izin vermek değildir.
Passenger’in şarkı sözü yazarı da yanılıyor yani.
“Camın dibinde baka kalmadan da” bunu öğrenmenin yolu vardır.
Gözünüzün önüne fotoğraflar getirmek yeterlidir.
On yıl sonra, kendini bir Ege adasında, teknenin kıçında buzlu içkini yudumlarken hayal ettiğinde o karenin içinde kim olur?
Beş yıl sonra yeni bir otomobil aldığında, soldaki koltukta kimin oturmasını istersin?
Portakallar çiçek açtığında o muazzam kokuyu içine çekerken, sarılmak isteyeceğin kimdir?
Canın sıkıldığında kiminle boş konulardan konuşmak istersin?
Bir film izlerken gözlerin yaşardığında elini tutarak kendini toparlayabileceğin kimdir?
Çoktan seçmeli test soruları değildir bunlar.
Cevapları, gözünün önüne “a – Ayşe, b – Fatma, c – Emine, d – Hatice” diye gelmez.
Ucu kapalı, tek yanıtlı bir sorudur, cevabını biliyor da yanında kalmasını başaramıyorsan, o zaman seni camın dibinde bakakalmak paklar, başka bir şey değil!
————————————
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam
Her bahar bir ağaca yeniden aşık olurum.
Devamlı okuyucular bilir, o ağaç çiçek açtığında benim için bahar gelmiş demektir.
Bebek’te İnşirah Yokuşu’nun başında, okulun yanındaki köşkün bahçesinde yaşar.
Manolya Liliflora ailesinden bir ağaç bu.
Lilifloralar, büyük akrabası, beyaz çiçekli yaprak dökmeyen akrabalarından farklı olarak yapraklarını sonbaharda döker, ilkbaharda kırmızı – pembe – beyaz çiçeklerini açarak hayata dönerler.
Bebek’teki ağacın çiçekleri ne tam pembedir, ne tam beyaz, uçuk pembe diyelim.
Dün instagramda bir okuyucum, o ağacın bana ilk açan tomurcuklarının fotoğrafını yolladı.
Yazıyı kısa kesiyorum, çünkü onu seyretmeye gideceğim.
Vakit bulursanız yolunuzu Bebek’e düşürüp, o muazzam güzelliği geçmeden görün istedim.
