HÜRRİYET

Demokrasiyi PKK’nın niyetine bağlamak

Başbakan Ahmet Davutoğlu, “silah bırakmanın aması olmaz” dedi!
Böyle konuşmaları çok seviyorum.
Böyle bir cümle kullandığınızda kim itiraz edebilir ki?
Soğuk tabiatlı bir insan olduğum için sevincimi belli etmiyorum tabii.
Çünkü biliyorum ki böyle itiraz edilemeyecek cümleyi, bir siyasetçi kurduğu zaman arkasından benim hiç hoşlanmayacağım bir şeyi de söyleyebilirler!
Öyle de oldu “nitekim”!
Davutoğlu, şöyle devam etti:
“Kongrenin biran önce toplanması ve silahların bırakılması, bunun gereğinin bir an önce yapılmasını bekliyoruz. Ciddi adımlar gördüğümüzde biz de gereğini yapacağız.”
Bu da ilk bakışta ne güzel görünüyor, hükümetimiz “gereğini yapacak”!
Yapacağı “gereklilik” genel olarak demokrasi ile ilgili.
Vatandaşların kişilik haklarıyla, yerinden yönetimle, vatandaşların yönetime katılmasıyla filan iligili.
Ama sorun da zaten bu.
Yani Kandil’deki “savaş ağaları” silah bırakmazlar ise demokrasi filan beklemeyin anlamına geliyor, söylediği bu sözler.
Bu parti, daha geniş özgürlükler ve demokratik bir Anayasa vaat ederek de oy aldı.
Ama şimdi demokrasinin geliştirilmesini getirip, demokrasi ile hiç ilgisi olmayan bir konuya bağlıyor.
PKK’nın silahlı mücadelesinin bazı demokratik temel haklar ile de bir ilgisi olduğunu reddetmiyorum ama şunu düşünüyorum:
Bu memlekette gerçek bir demokrasi kurulması, silahlı bir örgütün niyetine mi bağlanacak?
Yoksa, gerçek bir demokrasiye geçeceğiz ve elinde silahla istediğini yaptırmak isteyen örgütü marjinalize mi edeceğiz?
———————————————
“Saray entrikalarına dikkat” doğrudur!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Beştepe’deki bin küsur odalı sarayında 5 kişilik bir acil tıp ekibi kurulmuş.
İyi bir şey tabii, devletin en tepesindeki yöneticinin sağlık durumunu yakından takip etmek, ülkemizin yararınadır.
Özellikle bir psikolog ya da psikiyatr da olsa iyi olurdu diye düşündüm.
Öfke kontrolü, sinir yönetimi gibi konularda ihtiyaç duyulabilir çünkü.
AKP Ankara Milletvekili Cevdet Erdöl’ün açıklamasına göre “gıda suikastine karşı” önlemler de geliştirilmiş.
Cumhurbaşkanı’nın içtiği sudan tutun da yediği yemeğe kadar herşey inceleme ve analizden geçiriliyomuş.
“Paranoya” deyip geçmeyin, “ecdadımız” bu konudan çok çekti, biliyorsunuz.
Ne de olsa o Saray’da, Osmanlı’ya özenen çok insan var, ne olur, ne olmaz, işi sağlama almak gerek.
Cevdet Bey, bugüne kadar ciddi bir vaka ile karşılaşılmadığını da söylüyor.
“Bazı meyvelerde ilaç artığı olması gibi basit sonuçlar bulundu” diyor.
Cevdet Bey’in hekimliğine söyleyebilecek bir sözüm yok ama “meyve ve sebzelerdeki ilaç artığı” sorununu “basit” olarak nitelemesi dikkatimi çekti.
Bu basit bir şey değildir.
Böyle ilaç artıklı sebze ve meyvelerin ihracat yapılırken, yabancı gümrüklerden neden geri çevrildiğini de düşünmek gerekir.
O kimyasal artıklar zehirlidir, unutmayalım ki börtü böcek ölsün diye kullanılıyorlar.
Ve biz vatandaşların evlerimizde böyle gelişmiş laboratuarlar olmadığı için o zehirleri yutuyoruz!
Aklıma geldi, bu ülkede bir Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı var.
Onların görevi bu tür meseleleri denetlemek ve güvenli gıdaya hepimizin ulaşmasını sağlamak değil midir?
Cumhurbaşkanı’nın canı can da, vatandaşınki patlıcan mı?
————————————
Yaşasın Türk adaleti!
 
Ben çocukken Türk filmlerinde mahkeme sahneleri genellikle “mazlumların” şöyle bağırmalarıyla biterdi: “Yaşasın Türk adaleti!”
O günlerden aklımda kalmış, belki de bu yüzden her türlü siyasi sızmaya karşı, sadece gerçek adaleti sağlamak için orada var olmaya devam eden yargıçlara ve savcılara güvenirim.
Düşünürüm ki kendisini siyasi bir davaya adadığı için adalet ve hukuktan uzaklaşanların sayısı, gerçek hukuk ve adalet insanlarının sayısının yanında denizde kum tanesi kadardır.
Ama son zamanlarda mazlumların değil, mağrurların “Yaşasın Türk adaleti” diye bağırdıklarına daha çok tanık oluyoruz.
17 – 25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarını, Deniz Feneri davasını, Siemens ve Delta Pine rüşvetleri soruşturmasını hatırlayalım.
Siemens ve Delta Pine davalarında takipsizlik kararı verilmesinden sonra dün şöyle yazmıştım:
“Rüşvetçilere eşit davranın, hak geçmesin!”
El hak öyle de davranıyorlar!
Asuman Aranca’nın, Sözcü’deki haberinden öğrendim ki 3M soruşturmasında da takipsizlik kararı verilmiş.
Amerikan 3M şirketi, uluslararası ihalelerde rüşvet verildiğini kendi iç araştırmalarında farkedince, Amerika’nın SPK’sı SEC’e kendisini ihbar etmişti.
SEC’in soruşturması, şirketin Türkiye’de de araç plakalarında kullanılan reflektif malzeme ihalesinde rüşvet verildiğini ortaya koymuştu.
Bununla ilgili birçok yazı yazdım, devamlı okuyucular hatırlayacaktır.
Bunun üzerine Başbakanlık Teftiş ve Etik kurulları inceleme yaptı, 7 milyon 302 bin Euro tutarında bir yolsuzluk saptadı.
Türkiye’de savcılığın görevlendirdiği bilirkişi ise “yolsuzluk yok” diye rapor yazınca, savcılık da bu rüşvet soruşturmasında “takipsizlik kararı” vermiş.
Tabii şimdi beni bir üzüntüdür aldı.
Smith Wesson rüşvetçilerinin kafaları, saç özürlü mü?
Bu nasıl adalet? Niye bütün rüşvetçiler için takipsizlik kararı topluca verilmiyor!
Sanıklara eşit davranmayan adalet, adalet sayılır mı?