Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Her iyi rüyanın sonunda uyanmak şart mıdır?

GEÇEN hafta sonunda dergileri karıştırırken Seninle dergisinde bir başlık gördüm: Mutlu başlayan evlilikler, neden bitiyor?

“Mutsuz başlayan evlilik” diye bir şey olmalı ki başlık, soruya böyle bir tanımlamayla başlıyor: Mutlu evlilik!
Yeminli evlilik düşmanları için bir tür oksimoron örneği tabii, mutluluk ile evlilik kavramlarının yan yana olması.
Türkiye’de evliliklerin yüzde 40’ı ilk beş yılda ayrılıkla sonuçlanıyor diye bir istatistikle başlamış yazı ama sanıyorum bu “Boşanmayla sonuçlanan evliliklerin yüzde 40’ı ilk beş yılda bitiyor” diye okunmalı.
Dergi bir evlilik terapistiyle konuşmuş, evlilikte ilk yılların mutluluğunun nasıl sürdürülebilir hale getirilebileceğine ilişkin görüşlerini almış.
Psikolog hanımın söylediğine göre birçok çift evlilik terapisine evliliğin altıncı yılından itibaren başvuruyormuş. Geç başlayan terapinin zorlu bir süreç olduğunu anlatıyor.
İlişkinin altıncı yılında “Galiba bizim bir sorunumuz var, gidelim terapiste danışalım” demek gerçekten de çok geç.
Bor pazarının artık toplandığı ve Niğde’ye kurulmak üzere olduğu bir süreç bu!
Niğde dediysem bir kentten söz etmiyorum, atasözünün gelişi o. Siz oraya bir kadın ya da erkek ismi yazabilirsiniz.
Bir kadın ile erkeğin ilişkisi akşamdan sabaha bitmez.
Çiftler bir gece mutlu yatıp, sabah kalkınca “Bu ilişki yürümüyor, hadi bana müsaade” demezler.
İlişkiyi bozan şeyler dışarıdan hiç görülmeyeceği gibi içinde yaşayanların farkında bile olmadığı küçük şeylerin birikmesi de olabilir.
Çiftler bunun farkında olmasalar bile hissederler.
Daha az konuşmaya başlarlar mesela.
Ortak konular azalır, boş gözlerle televizyona bakmak, birlikte konuşup gülmenin yerini almaya başlar.
Ve sonra bir gün, herhangi bir neden o son sözün söylenmesine neden olabilir. Bardağı dolduran şeyler çok farklı kaynaklardan beslense de o son neden, bitişin nedeni gibi görünür.
Çiftler içten içe asıl nedenin o olmadığını, başka birçok nedenin daha bulunduğunu bilir ama sanki her şey o anda bitmiş gibi olur.
Roland Barthes bunu “bozulma” olarak tanımlıyor.
“Aşk alanında, kısacık bir sürede, sevilen nesnenin karşı imgesinin oluşması! Küçük olayların, incecik çizgilerin akışına göre, özne, iyi imgenin birden bozularak tersine çevrildiğini görür” diye yazıyor, “Bir aşk söyleminden parçalar” isimli kitabında. (Çeviren: Tahsin Yücel, Metis Yayınları.)
Aşk ilişkisinde karşındakini yüceltmek, olduğundan farklı daha üst bir konuma yerleştirmek kaçınılmazdır.
Çünkü aslında kafamızda yarattığımız bir imaja âşık oluruz. Ona atfettiğimiz değerler (güzellik/yakışıklılık, akıllılık, zarafet, kültür vs. gibi) kendi sübjektif değerlerimizdir.
Birçok aşk ilişkisine dışarıdan bakanların “Bu kız bu adamda ne buldu, bu adam bu kızın nesine böyle hayran” yorumlarını içlerinden de olsa yapmalarının nedeni budur.
Âşığın gözü başka şey görür, dışarıdan bakanlar başka şey.
Barthes’ın söylediği böyle bir görüntüde bozulmanın birden fark edilmesidir.
O son ana kadar bayıldığın kadının aslında selülitinin olduğunu fark etmek gibi. O güne kadar bayıldığın adamın aslında son derece kötü koktuğu gibi.
Küçük yalanların yakalanması gibi! Sinirine dokunduğunu söylediğin hareketlerini ısrarla tekrarlaması gibi!
Bunlar birikir, birikir ve sonunda bom!
Artık ne o kadın senin hayalindeki kadındır, ne de o erkek aynı adamdır.
Giderek kusurlarını daha çok görmeye başlarsın, ifade edemezsin ama bunları içinde kendi kendine tekrarlamaktan da kendini alamazsın.
Ta ki o son söz söylenene kadar.
O son söz söylenir ve içinde biriktirdiklerinin taşıp çağladığını görürsün.
İnsan bu birikimin başladığını hissedebilir kuşkusuz ki.
Marifet bunu hissetmekte değil, hissettiklerini ortaya koymaktadır.
Ama bunu nasıl ortaya koyacağını da bilemezsin.
Hangi insan bir kusurunun yüzüne karşı söylenmesini oturup sakince dinleyebilir ki?
O da karşılığında bir şeyler söyleme ihtiyacını duyar, kendini savunması yetmez, o da kendi biriktirdiğini ortaya döker. Bitmek bilmez tartışmalar böyle başlar işte.
Onunla bir yere varılabildiğini de ben görmedim doğrusunu isterseniz.
Ama susup öylece oturmaya devam etmenin de işe yaramadığını herkes söylüyor.
“E ne yapalım o zaman” diye bana sormayın tabii. Ben ilişki terapisti değil, gözlemcisiyim.
Ama size Rosa Luxemburg’un sevgilisine yazdığı bir mektuptan bir parça aktarabilirim, ondan daha çok yararlanacaksınız eminim:
“Bana gönül alıcı, güzel mektuplar yaz, biraz alçakgönüllü ol, inayet et de beni sevdiğini söyleyiver. Sen bana, bugün benim sana verdiğimden üç kuruşluk daha çok sevgi vermişsin, eee n’olmuş yani? Benden karşılık görmezsin korkusuyla duygularını açıklamaktan çekinme. Ruhunla diz çökmeyi de öğren, yalnızca ben kollarımı açıp seni çağırdığımda değil, ben arkamı döndüğümde de. Kısacası cömert ol, harca, israf et sevgini benim için. Senden bunu istiyorum.” (Sevgiliye Mektuplar, Rosa Luxemburg, çeviren: Nuran Yavuz, Agora Kitaplığı)