Kimya bozulunca fikir de değişti!
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kredi kartı ile borçlananlara dürüst gözüyle bakmam” sözlerinin ardından, bu köşede Başbakan’a bir soru sormuştum.
Başbakan’ın yanıtlamayacağına iddiaya gireceğimi söylediğim soru, kredi kartı borçlarının yapısı ile ilgiliydi. Ne kadarı zorunlu harcamalar, ne kadarı eğlence ve lüks harcamalarıdır? Tahmin ettiğim gibi başbakanlıktan bir açıklama gelmedi. Ama sorumun yanıtının bir bölümünü Milliyet’te Kadife Şahin’in haberinden aldım.
Haber, kredi kartı borçlarını ödeyemeyenlerin borç yapılarını vermiyor. Ancak, kredi kartı ile yapılan harcamaların genel bir tablosunu sunuyor. Buna bakarak borçların ağırlığının hangi kalemde olduğunu tahmin edebilmek mümkün.
2009 yılı Ocak ayı verilerine göre kredi kartı ile yapılan harcamaların ağırlığını “market, yakıt, Telekom, giyim” harcamaları oluşturuyor.
Yani tahmin ettiğimiz gibi, halkımız kredi kartını eğlence ve lüks tüketim için değil, ancak yaşayabilmesi için gerekli olan yerlerde kullanmak durumunda.
İşsizliğin rekor kırıp yüzde 13,6’ya çıktığı (işsiz sayısı: 3 milyon 274 bin kişi) bir ülkede başka türlüsünün olması da beklenmezdi.
İşin ilginci Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde kredi kartı borçlarının yeniden yapılandırılması ile ilgili bir yasa da çıkmıştı.
Başbakan, o tarihte bugün söylediğinin tam tersini düşünüyordu.
Bu görüş değişikliğinin bence tek nedeni var. O da Başbakan’ın bozulan vücut kimyasında gizli olmalı!
Gazetecilik faaliyetinin sınırları
MUSTAFA Balbay’ın, Ergenekon Davası’nda tutuklanmasına neden olan günlükleri www.tempo24.com.tr internet sitesinde yayımlandı.
Günlüklerin bu kadar ayrıntılı olarak tutulmuş olması, kişisel kanaatime göre Balbay’ın bu günlükleri, ileride kitap yazmak için tuttuğunu gösteriyor.
Bu açıdan bakılınca bir gazetecilik faaliyeti sayılmalı diye düşünüyorum.
Ancak günlüklerde konuşulan konuların, üst düzey komutanlar ile kurulan ilişkinin düzeyinin gazetecilik mesleğinin sınırları içinde kaldığını söyleyebilmem zor.
Gazeteci, elbette böyle ortamlarda bulunabilir, mesleğini yaparken görüş açısını genişletmek için muhatapları ile hiç yazmayacağı konuları da konuşabilir.
Ancak konu her ne olursa olsun, gazetecinin o konunun bir parçası haline gelmesi, muhataplarına akıl verir durumda olması benim gazetecilik anlayışıma sığmıyor.
İzlenimim gazetecilik faaliyetinin sınırlarının aşıldığı yolunda.
Şimdi soru, bu günlüklerin Mustafa Balbay’ın bir askeri darbe hazırlığının parçası olduğunu gösterip göstermeyeceğidir.
Ben yargıç değilim, savcı da değilim.
Bir gazeteci olarak bu konudaki talebim, hızlı ve adil bir yargılamanın gerçekleştirilmesi, suç var ise bunun somut deliller ile ortaya konulmasıdır.
Bu davada sanıkların temel haklarının korunduğuna ilişkin kuşkularım olduğunu biliyorsunuz, bunu daha önce de birkaç kez yazdım.
Akıldan çıkarılmaması gereken şudur: Suç, mahkemede kanıtlanana kadar kimseye suçlu muamelesi yapılamaz. Gözaltı süreci, bir tür cezalandırma biçimi değildir. İnsanların ne ile suçlandıklarını bile bilmeden aylardır hapiste tutulmaları, normal işleyen bir demokratik hukuk devletinde söz konusu olmamalıdır.
Laik, demokratik hukuk düzeninden vazgeçemeyiz
12 Eylül döneminde idam edilerek öldürülen bir gencin ailesine yazdığı son mektup, aradan geçen 26 yıl sonra sahibine ulaştırıldı.
Bununla ilgili haberi dün Hürriyet’in manşetinde okudunuz.
“Sakıncalı olduğu için” sahiplerine verilmeyen o son mektupta yazılanlar şundan ibaret: “Değerli anama, beni cezaevinde, dışarıda ve her zaman ve her yerde yanımda olarak hiçbir zaman yalnız bırakmadın. Sana olan borcum asla ödenemez. Burada şereflice yaşayıp, şereflice ölerek sana olan borcumun bir kısmını ödemek istiyorum. Seni her zaman canından çok seven oğlun Ramazan Yukarıgöz. Sevgi ve saygılarımla!”
Ramazan Yukarıgöz’ü idama götüren yargılama sürecini bilmiyorum.
Ancak o günün “bir sağcı asalım, bir solcu asalım” politikasını, işkence altında alınmış ifadeler ile verilen mahkûmiyet kararlarını, yaşı büyütülerek idam sehpasına gönderilen talihsiz gençleri unutmadık.
Kimvurduya gidenleri, işkence altında sakat kalanları, hapishanelerde bütün gençliklerini tüketenleri de hatırlayalım.
Askeri darbe denen “hukuksuzluk ortamının” nelere mal olduğunu da bugünlerde bir kere daha düşünmemizde yarar var.
İnsan haklarına saygılı, laik demokrasiden vazgeçmememiz, her zaman ve her şart altında laik demokratik hukuk düzenini savunmamız için o kadar çok kötü örnek yaşadık ki!