HÜRRİYET

Takkeleri alıp gitme zamanı

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Olimpiyat Oyunları’ndaki başarısızlıkların ardından şöyle dedi: “Külahımızı önümüze koyup, düşünmemiz lazım.”

Başbakan’ın çoğu görüşüne ve açıklamasına katılmıyorum ama bu konuda sonuna kadar arkasındayım!

Gerçi, problem “külah”tan değil, daha çok “takke”den kaynaklanıyor ama olsun!

İşe tersinden bakmak gerek. Olimpiyat Oyunları’nda, sporcularımız madalya üzerine madalya alıyor olsalardı, bundan en büyük payı kendisine kim çıkaracaktı?

Sorunun yanıtı belli: AKP medyasının alkışları arasında Başbakan!

Demek ki başarısızlıkta da aslan payını öncelikle ona vermek gerekiyor.

Sonra Spordan Sorumlu Devlet Bakanı, Gençlik Spor Genel Müdürü ve o müdürün organizasyonuyla federasyonların yönetimine getirilen zevat geliyor.

Bu sonuç, her yeri ele geçirme hevesiyle hareket eden AKP iktidarından kaynaklanıyor.

Sırf “bizdendir” diye işbaşına getirilenlerin, sporu yönetmekteki yetersizliklerinin sonucu bu.

Dolayısıyla ilk yapılması gereken şey “külahları öne koymak” değil.

Yapılması gereken bu beylerin “takkelerini alıp gitmeleridir”.

Ancak bundan sonra 70 milyonluk bir ülkenin neden üst düzey sporcular yetiştiremediğini konuşabilmemiz mümkün olabilir.

Haydi engelliler evlerinize!

GEÇENLERDE TBMM Plan Bütçe Komisyonu’ndan bir tasarı geçti.

Gazetelerde günün siyasi tartışmaları arasında kaybolup giden, çok önemli bir haberdi bu.

Diyeceksiniz ki “peki sen neden yazmadın?”

Özür dilemekten başka verebilecek bir yanıtım yok ne yazık ki.

Tasarı, engelli çocukların özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerinden aldıkları hizmete verilen devlet desteğinin yaşam boyunca maksimum 44 hafta olmasını öngörüyor.

Görme, işitme, dil-konuşma, spastik, zihinsel, ortopedik veya ruhsal özürlü çocukların özel eğitim merkezlerinde aldıkları eğitimler daha önce devlet tarafından karşılanıyordu.

Devlet, elbette özel eğitim kurumlarını destekleme politikasını değiştirebilir. Bu hükümetin bir tercihi olabilir.

Ama bir şartla: O zaman bu çocuklara eğitim verebilecek düzeyde devlet okullarının her yerde açılması gerekirdi.

Bu yapılmadan özel eğitim kuruluşlarında alınan eğitime desteği kesmek, o çocukları ömürleri boyunca evlerine hapsetmekten farklı değil.

Bu tür bir eğitime ihtiyacı olan 190 bin civarında çocuğumuz var.

Birçok ailenin ekonomik gücü böyle özel bir eğitimi karşılamaya yeterli değil.

Maliye Bakanlığı’nın tasarruf zihniyetiyle bu meseleye yaklaşması, konunun aslının gözden kaçırıldığını gösteriyor.

Bütçe giderlerimiz içinde havadan sudan şeylere harcanan onca para içinde 190 bin çocuğun insanca bir yaşama yaklaşma hakkı mı fazla geldi?

Kim bilir, belki de Cumhurbaşkanı’nın eşi Köşk’te yaptıracağı tadilatlardan, devlet büyüklerimiz özel uçaklara doluşup yurtdışı gezilere gitmekten vazgeçer de bu çocukların eğitimlerine harcayacak üç kuruşu bulabiliriz!

Çatlak değil, yol ayrımı!

DÜNKÜ Hürriyet’te “Sosyalist solda Ergenekon çatlağı” başlıklı bir haber yayımlandı.

Aslında buna ne kadar çatlak denebilir, kestirmek zor.

“Çatlaktan” ziyade “ayrışma” demek daha doğru.

Günümüzde bir sosyalist için “Ergenekon soruşturmasının gidebileceği en derin yere kadar ulaşabilmesini istemek” ile “AKP’nin toplumu muhafazakárlaştırıcı ve dini kuralların sosyal hayatta başat hale getirilmesine yönelik politikalarına karşı çıkmak” birbiriyle çelişen bir politik tutum olmamalı.

Rüzgárın önünde savrulmuyorsanız elbette!

Yakın tarihimizin karanlıkta kalan noktalarının aydınlatılmasını isterken, AKP’nin asıl amacını gözden kaçırmak ve bunu bir de getirip “demokrasi talebine” bağlamak için insanın gerçekten de “ampulden gözü kararan pervanelere dönmüş olması” gerekiyor.

Demokrasi istiyorsak, insan haklarını savunuyorsak, Ergenekon türü çetelerle mücadele edilmesini desteklemek kadar AKP’nin İslam’ı bir yaşam biçimi olarak dayatmasına da karşı çıkmak zorundayız.

Biri için diğerinden vazgeçenler, AKP’nin geleneksel sağ ekonomi politikalarının da farkında değiller demektir ki onlara da zaten böyle bir politikayla uzlaştıkları için “sosyalist” diyemeyiz.