Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Yeri gelmese de ölmesek daha iyi değil mi?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin dün gazetelere yansıyan konuşmasını okurken şöyle düşündüm: “Anketler, Kürt Açılımı tartışmaları nedeniyle MHP’nin oylarının yükseldiğini gösterince, daha sertleşmeye karar verdi.”

Kendisi ve partisi açısından bakınca doğru bir tutum gibi görülebilir.

Ancak şu anda hiç ihtiyaç duymayacağımız şey de bu tür bir sertlik.

Hükümet, hangi gerekçeden kaynaklandığını tam olarak bilmediğimiz bir nedenle başı sonu belli olmayan bir tartışma başlattı.

Bunun nedeni ABD’nin Kuzey Irak ile ilgili planlarında Türkiye’ye biçtiği rol de olabilir, PKK liderinin “yol haritası vereceğim” diye ortaya çıkması da!

Sebep elbette önemlidir ama bugün geldiğimiz noktada toplumda sorunun demokrasi içinde çözülmesine yönelik bir eğilimin güçlendiği de su götürmez bir gerçek.

Böyle bir ortamda tartışmayı sertleştirmek geçici kazanımlara neden olabilir ancak kalıcı bir başarının bu yolla sağlanabileceği çok tartışılır.

MHP elbette hükümetin planını hemen kabul etmek durumunda değildir.

Kendi siyasi felsefesi doğrultusunda çözüm için düşündüklerinin farklı olması da doğaldır.

Bir muhalefet partisine bu durumda düşen görev meseleyi bir kavgaya dönüştürmek değil, kendi doğru bildiğini ikna edici bir şekilde kamuoyuna açıklamak olmalıdır.

Toplumda MHP liderinin savunduğuna benzer görüşleri savunanların sayısının az olmadığı bir gerçek.

O kitleleri kazanmak isteyen bir siyasi hareketin yolu kavgadan değil, siyasi tartışmadan geçer.

Siyaset yapmak, toplumun sorunlarına çözüm getirmek demektir ve bunun yolu da medeni ve demokratik bir tartışma ortamından geçer.

Tartışmayı “Yeri gelince ölmeyi de biliriz” noktasına bugün getirmek hayırlı bir yol değildir.

“Yeri gelince” zaten herkes ölebilir, ölüyor da!

Önemli olan o noktaya gelmemeyi sağlamaktır.

 

Hükümet durumun farkında

 

CİDDİ bir siyasi tartışma ortamında gerilimi yükseltmenin ve kavgacı tavırların yarar değil, zarar getireceğini ilk fark eden AKP ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan oldu.

Ulusa Sesleniş konuşmasında “Biz bütün Türkiye değiliz” diyerek, çoğulcu bir toplumda bir iktidar partisinin kendisini nasıl konumlaması gerektiğini gösterdi.

Arkasından Bülent Arınç, gazetelerin Ankara temsilcileri ile bir iftar yemeği yedi ve barışçı, uzlaşmacı bir tutum ortaya koydu.

İktidar partisinin, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Bülent Arınç’ın siyasi tarihine bakınca bunların gerçekten öyle düşünüldüğü ve çoğulcu demokrasi fikri içselleştirildiği için söylendiğinden kuşku duyabilirsiniz.

Nitekim ben duyuyorum da. Çünkü başta Başbakan olmak üzere AKP lider kadrosunun ağızlarının tövbe tutmakta zorlandığının örneğini çok gördük.

Ama bu durum, şu andaki gerçeği değiştirmiyor.

Bu tartışmadan bir sonuç almak istiyorsak, herkesin yapması gereken budur.

Unutmayalım ki Türk halkı sesi yüksek çıkanı, bağırıp çağıranı sever görünse de esasen “huzur” peşindedir.

Bu tartışmadan olumlu bir yere varabilmemiz önce soğukkanlılıkla tartışmayı başarmamızla mümkün olabilir.

Vakit neden çok az satıyor?

 

DÜN Sabah’ta Vakit yazarı Abdurrahman Dilipak ve eşi ile yapılmış bir söyleşi yayımlandı.

Biliyorsunuz Dilipak’ın evi, bir tazminat davası nedeniyle icra yoluyla satıldı. Bu meslekte hepimizin başına gelebilir, yazılarımızı yazarken hakaret etmemeye özenirsek uzaklaştırabileceğimiz bir risk elbette.

Söyleşinin bir yerinde Dilipak’ın eşine şöyle bir soru sorulmuş:

“Eşinizin Hürriyet’te yazmasını istemez misiniz?”

Dilipak’ın eşi şöyle yanıtlıyor:

“Sevdiğim, beğendiğim, ilkeleri olan bir gazete değil ki Hürriyet. Çok saldırgan  üslup olarak!”

Dilipak’ın eşi elbette her gazeteyi sevmek zorunda değil, Hürriyet de buna dahil.

Ancak yanıtın ikinci cümlesi dikkatimi çekti. Oradan anlıyoruz ki Dilipak’ın eşi “saldırgan üsluplu gazeteleri” sevmiyor.

Buradan hanımefendinin Vakit’i de tercih etmediği sonucuna varıyorum.

Bu yanıtı okuyunca Vakit’in neden çok satmadığını daha iyi anladım.

Yazarlarının eşlerinin bile okumadığı bir gazete nasıl çok satsın ki?