Takımın en kötü oyuncusu
Evliya Çelebi kadar olmasa da ben de kendi çapımda bir ‘gezgin’ sayılırım. Üç pasaport doldurdum, dördüncüsü de yolda..
Çoğunlukla işimin gereği olmakla birlikte, tatil fırsatı bulduğumda da bunu daha önce görmediğim yerleri görmek için kullanıyorum.
Gittiğim hemen hemen her ülkede aynı şeyle karşılaşıyorum.. Bazı Türklerin nasıl gözü kara bir şekilde hiç bilmedikleri ülkelerde iş tutmaya gittiklerini ve bunda da nasıl başarılı olduklarını görüyorum. Artık alıştım. Tacikistan gibi Türkiye’ye göre dünyanın öbür ucu sayılması gereken ve iç savaş yaşayan bir ülkede bile, bir Türk’ün örneğin ‘pastaneler kralı’ olmasını hiç yadırgamıyorum. Bir Türk’ün bütün Orta Asya ‘çay pazarını’ elinde tutmasına hiç şaşırmıyorum. Örnek o kadar çok ki hangi birini anlatsam..
İyi bir araştırmacı, sadece bireysel girişim yetenekleriyle beş kuruş başlangıç sermayesi olmayan Türklerin, gittikleri ülkelerde neler başardıklarından kalın bir kitap bile çıkarabilir.
Dikkatimi çeken bir şey daha var. Memleketten binlerce kilometre uzakta tek başlarına böyle bir sürü işin altından kalkabilen Türkler nedense bulundukları ülkedeki diğer Türklerle pek de iyi geçinemiyorlar. Oysa içlerinde bazıları güçlerini birleştirebilseler bulundukları yerin en güçlü şirketlerini kurabilir, sırtı yere gelmeyecek kuruluşlar oluşturabilirler.
‘Argo’ konusunda ciddi çalışmaları olan reklamcı ve yazar Hulki Aktunç’un (aynı zamanda Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı) anlattığı bir şey geliyor aklıma.
Amerika’da en son yayımlanan argo sözlüklerinde ‘Türk’ kelimesi şu anlama geliyormuş: Bir takımın en kötü oyuncusu.. (Örneğin Galatasaray’ın ikinci kalecisi Mehmet bu tanıma göre ‘Türk’ oluyor. Ya da benim de oynadığım halı saha maçlarında takımın tek ‘Türk’ü ben oluyorum..) Aktunç, eski Amerikan argo sözlüklerinde ‘Türk’ kelimesinin cinsel çağrışımlı anlamlar ifade ettiğini, zaman içinde bunun değiştiğini ve son halinin de ‘takımın en kötü oyuncusu’ olduğunu söylüyor.
‘Takım oyuncusu’ olmak her türlü bireysel yeteneği içinde yer alınan takım için ve o takım yararına kullanmak anlamına geliyor. Bireysel yetenekleri hiçbir zaman tartışılmayacak bir çok oyuncunun sırf bu becerilerini takımın oyun düzeni içinde göstermeyi başaramadıkları için suçlanıp dışlandıklarına tanık oluyoruz. Sergen’in başına gelenler gibi..
Bu tablo tersinden de doğru.. Yani gençliklerinde basketbol, voleybol gibi takım sporlarını yapanların, ileride iş hayatına atıldıklarında bu disiplini devam ettirdikleri, uyumlu ekipler kurabildikleri ve ekip çalışmasının sonunda başarılı olduklarını da görüyoruz. Örnekleri saymakla bitmez..
Türkiye’de ortaklıkların çok uzun ömürlü olmadıklarını istisnaları dışarda bırakacak olursak herkes kendi hayatından iyi biliyor. Bakın çevrenize, bir ortaklık kurup bunu başarıyla yürütebilen, ikinci, üçüncü kuşaklara devredebilen kaç kişi ya da kurum var.. Dışardaki Türklerin bir araya gelip başarılı ortaklıklar kuramıyor olmaları da bu özelliğimizden kaynaklanıyor olsa gerek..
Genel kabul gören görüş Özal sonrası dönemde köşe dönmeci bireyciliğin aşırı teşvikinin bu duruma yol açtığı şeklinde ki ben buna katılamıyorum. Öyle olsaydı, yani tek suçlu Özal olsaydı ‘her koyunun kendi bacağından asılacağı’ ulusal mottomuz da doğmazdı diye düşünüyorum.
Bireyciliğimizi o kadar abartmışız ki bu giderek bizzat ‘bireylere’ zarar verecek hale geliyor.
Ulusal eğitim sistemimizde önemli bir boşluk bu. Üstesinden gelmek de sanıyorum çok uzun yıllara mal olacak. Bunu öğretmek için ‘küme sistemi’ tek başına yeterli değil. Okullardaki spor derslerini de sadece ‘beden eğitimi’ olarak görmekten vazgeçeceğimiz yeni bir düzen lazım. Çocuklar oynayarak daha kolay öğreniyor ve hiç unutmuyorlar. Takım ruhunun ne demek olduğunu, takım oyununun bireysel yetenekleri sergilemek için daha iyi ortamlar yarattığını, ‘birlikten kuvvet doğduğunu’ çocuklarımıza öğretmeliyiz. Bu öğrendikleri ileride eğitimlerinde de, iş hayatlarında da onlara dünyanın öteki medeni insanlarıyla eşit olma olanağı sağlayacak.