SÖYLEŞİ

“Haber pahalı iş, okur bunun karşılığını ödemeli.”

GONCA TOKYOL

Gazetecilik hayatına henüz Mülkiye’de öğrenciyken Ankara’daki Yankı dergisinde başlayan Mehmet Y. Yılmaz, aradan geçen 35 senede Türkiye’nin en çok sıfırdan yayın inşa eden gazetecisine dönüştü.

An itibariyle köşe yazılarına T24’te devam eden Yılmaz’ın yayın hayatına kazandırdığı dergi ve gazeteler arasında Tempo, Aktüel, Posta ve Radikal gibi Türkiye’de yayıncılığı derinden etkileyen mecralar var.

Tam da bu sebepten aslında Hürriyet’teki köşe yazılarına son verildiğinden bu yana yeni bir yayın çıkarıp çıkarmayacağı en çok merak edilen kişi de Mehmet Y. Yılmaz. O ise siyasi baskının arttığı, medyaya giren sermayenin bunu “gazetecilikten para kazanmak” için yapmadığı, rekabetin ortadan kalktığı, reklamın belli bir yerden yönetildiği ve okuyucunun para ödemeye yanaşmadığı bir ekosistemde bunu “yapılamaz” bulmasa da sıkıntıların büyüklüğüne işaret ediyor.

Medyanın tek seslileştirilmesinin sadece Türkiye’ye özgü bir problem olmadığının altını çizen Yılmaz’a göre, internetin yaygınlaşmasının ve habere erişimin hızlı, bedava hâle gelmesinin sonucu olarak haber kadroları daraldı, kaynaklar tekelleşti ve okurun ulaştığı habere para ödemeyi istememesi medyayı reklam gelirleri üzerinden çıkar gruplarına karşı daha savunmasız bıraktı.

Dijital gazeteciliğin sürdürülebilirliği konusunda en büyük sorunun vatandaşın aldığı haberin değerinin farkında olmaması olduğunu savunan Yılmaz’ın dikkat çektiği en önemli noktalardan bir tanesi, bedava enformasyonu birilerinin finanse ettiği gerçeği. Medya tüketicilerinin önünde, “İktidarın imkânlarından yararlanan medyayı takip edip, masal dinlemek, reklamverenin finanse ettiği medyadan çıkar gruplarının gündemini izlemek ya da bedelini ödeyip, gerçek gündemi takip etmek” gibi üç seçenek olduğunu söyleyen deneyimli gazeteci, bazı gazetecilerin sadece gazetecilik yapmaya devam edebilmek adına büyük fedakârlıklarda bulunduğunu ama bunun karşılığını okur olarak halktan göremediğini söylese de toptan ümitsiz de değil.

Türkiye’de gerçek habere ulaşmak, memleketin ve dünyanın nereye gittiğini öğrenmek isteyen kentli, orta yaş grubunda ve eğitimli bir kitle olduğu yorumunu yapan Yılmaz’a göre, sermaye sorununun çözülmesi ve siyasi baskıya bir süre dayanmanın göze alınması hâlinde bu kişilere yönelik bir yayın çıkarmak mümkün fakat mevcut sistemde ders alınması, bir daha düşülmemesi gereken hatalar var. Bunlardan en önemlisi de dijital çağın gerektirdiklerini anlamak ve buna uygun bir yayın dili oluşturmak. Yaklaşık iki yıldır yazıları dijitalde yayınlanıyor olmasına rağmen kendisini de bu mecraya uygun üretim yapmamakla eleştiren Yılmaz, gazeteciliğin de bu yeni çağın olanaklarını tam anlamıyla kavrayamadığına inanıyor.

Medyada mevcut düzenin sürdürülebilirliğinin bu işin yükünü çekenlerin sabrı ve ömrüyle sınırlı olduğunu, bunun da aslında sürdürülebilir olmadığını söyleyen Mehmet Y. Yılmaz’la gazeteciliği, eski ve yeni hataları, okurun bu denklemdeki rolü ile sorumluluğunu ve ne yapılabileceğini konuştuk.

Gazeteciliğin sürdürülebilirliğine dair bu dosya kapsamında haber merkezlerindeki durumu da sık sık konuşuyoruz. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde internet medyasındaki haber merkezlerinde çalışan editörlerin aylık gelirlerine dair Twitter’da butik bir anket yaptım. Yaklaşık 300 kişinin katıldığı bu ankette, internet editörlerinin yüzde 75’inin aylık gelirinin 5 bin Türk Lirası’nın altında olduğu, yarısınınsa ayda 3 bin Türk Lirası’ndan az kazandığı sonucu ortaya çıktı. Benim bire bir tanıklıklarım ve farklı mecralarda çalışan gazetecilerin verdiği bilgiler de bu sonucu teyit eder nitelikte.

Sizce ayda 3 bin TL’den az kazanan, haftada 6 gün çalışan birinin kendisini gazeteci olarak entelektüel düzeyde geliştirmeye vakit ve kaynak bulması mümkün mü?

Sadece gazeteci değil, herhangi bir yurttaşımızın kendisini entelektüel düzeyde geliştirebilmesi 3 bin liralık bir aylık gelir ile mümkün değildir. Ama hayatımız tercihlerimizden oluşur; kira, gıda gibi temel ihtiyaçlar harcandıktan sonra kalan miktarı (elbette kalıyorsa) nasıl harcayacağımızla ilgili tercihlerden söz ediyorum. Teorik olarak bir haneye sadece bu miktarda para giriyorsa, bunu yapabilmek kolay değil tabii. Ama iki maaş girdiğini varsayar isek o zaman kitap almaya, film seyretmeye, tiyatro, konser takip etmeye küçük de olsa bir bütçe ayrılabilir tabii.

Görebildiğim kadarıyla mevcut medya düzeninde özel bir konum edinmenize neden olabilecek bir durumunuz yoksa, bugün gazetelerde de, televizyonlarda da, internet medyasında da, dergilerde de maaşlar ortalama bu civarda seyrediyor. Kuşkusuz ki yetersiz bir rakam ve bu meslekte kalmakta ısrarcı olmak dışında bir seçenek de bırakmıyor insana. Buna bakarak mesleğe yeni girenlerde bir eğitim ve kalite sorunu doğabileceğini düşünmek elbette mümkün. Çünkü diğer sektörler, aynı vasıftaki insanlara daha çok ödeyebiliyor. Fakat kişisel deneyimim şu ki bu işe girmek ve kalmak isteyenler, zengin olmayı hedefledikleri için değil, bu işi sevdikleri için giriyor. Bu mesleğin gereklerini yerine getirmek, onları kendi gözlerinde değerli ve saygın bir yere konumluyor. Gazeteciliğin hâlâ ölmemiş olmasının en temel nedeni de budur.

Bir gün, Hasan Abi’nin (Cemal) deyimiyle “gazeteci milleti”nin toplandığı bir rakı masasında, yaşça benden oldukça büyük bir meslektaşım her boşanmasından sonra yaşadıkları evi eski eşlerine bıraktığını anlatmıştı. Konu kadın-erkek ilişkileri olmasına rağmen benim aklıma gelen ilk şeyin, “Nasıl yani, insan gazetecilik yaparak birden fazla ev satın alabilir mi?” olduğunu hatırlıyorum. Çevremdeki gazetecilere baktığımda da, 1980’lerde ve sonrasında doğanlar arasında bırakın ev almayı, ay sonuna cebinde parayla ulaşabilenlerin sayısının az olduğunu biliyorum.

Sizce gazeteciler geçen on yıllarda fakirleşti mi? Bunun sebepleri neler?

Evet, gazeteciler geçen on yıllarda fakirleşti.

Bunun en temel nedeni medyada rekabetin yok olmasıdır. Rekabet, sadece daha kaliteli baskı, daha iyi promosyon yapmak gibi konularda olmadı. Asıl rekabet daha iyi gazete yapmak, okuyucuya daha iyi bir ürün vermek üzerine yürüyordu. Bunun için iyi gazeteciler, daha iyi maaş aldılar, bu açık bir gerçek.

Bugün rekabet yok, çünkü medyaya giren sermaye, bunu medyadan para kazanmak için yapmıyor. Deyim yerindeyse bu bir parti görevine dönüşmüş durumda. Şu kadar liralık ihale alabiliyorsan bu kadar liralık medya harcaması yapman gerek. O zaman zaten gazeteni ne kadar sattığın, televizyonunun kaç kişi tarafından izlendiğinin bir önemi de kalmıyor. Bugünkü tablonun nedenlerinden birisi budur.

Reise yaranmak için yayıncılık yapacaksan bu gazeteyi kaç tane sattığının önemi kalmıyor. Reklam, zaten belli bir merkezden yönetiliyor, kaç sattığınla, ne kadar izlendiğinle ilgili değil. Reklamveren üstündeki baskı, muhalif medyanın reklam almasının önündeki en önemli engel.

Öte yandan okuyucu da artık para ödemek istemiyor. Bir yandan bağımsız medyanın olmamasından, sesini duyuramamaktan şikâyetçi, öte yandan aylık sigara masrafının yarısı kadar bir fiyatı ödeyerek doğru düzgün haber okumak da istemiyor.

Ülkenin demokrasiden uzaklaşmasıyla ve Türkiye medyasındaki genel mevzi kaybedişle birlikte yayın kuruluşlarına politik ve ekonomik müdahaleler arttı, müdahaleler arttıkça da mevziler daha çok kaybedildi. Bu da durumla mücadele edemeyen yerlerde (neredeyse her yerde) içeriği doğrudan etkiledi. İçeriğin etkilenmesi bazı basın kuruluşlarında yayın çizgisinin doğrudan dikte edilmesi anlamı taşırken, bazılarına ise yapılan gazeteciliğin imkânlarının kısıtlanması, kalitesinin düşmesi olarak etki etti. Editör sayıları azalırken, sahada muhabir tutmak ise birçok yer için lüks hâline geldi.

Haber merkezlerinin kendi haberlerini üretmeksizin, ajanslara bu kadar bağımlı olarak etkili habercilik yapması, gündemi etkilemesi mümkün mü?

Türkiye özelinde iktidarın izlediği medyayı tek seslileştirme projesi var. Ancak medyanın tek sesli hâle gelmesi giderek global bir soruna da dönüşüyor. Türkiye’de bu iktidarın, bildiğimiz politikaları olmasaydı da buna yakın bir süreç işleyecekti.

İnternetin yaygınlaşması ve habere erişimin hızlı ve bedava hâle gelmesinin bir sonucu, gazetelerin haber kadrolarının daralması oldu.

Eskiden Türkiye’de bütün büyük dünya gazetelerinin kendi muhabirleri vardı. Türkiye’nin büyük gazetelerinin ve haber ajanslarının da dünyanın önemli merkezlerinde kendi muhabirleri olurdu. Haberler çok kaynaktan okuyucuya ulaşırdı.

İnternetin değiştirdiği düzende gazete ve yerel ajanslar için çözüm, buralardaki muhabirlerinden vazgeçmek ve uluslararası ajanslara bağlı kalmak şeklinde ortaya çıktı.

Bu giderek daha da derinleşen bir sorun. Haber kaynakları tekelleşiyorsa, haber manüplasyona daha açık demektir. Okuyucu, internetten bedava ulaştığı habere para ödemek istemez ise tek gelir kaynağı reklam veren olur. Bu da çıkar gruplarına karşı medyanın zayıflaması anlamına gelir. Haber kaynakları giderek paraya sahip olanın tekeline girer. Bedava kötü, bir bedeli olması gereken iyiyi kovar.

Sendikalı oldukları için işten çıkarılan ve tazminatlarını hâlâ alamayan Hürriyet çalışanlarından biri olan Banu Tuna, konuyla ilgili Medya Radar’a yaptığı yorumda “Bizler eski gazetecilik sisteminin kalan son örneklerindendik. Çok uzun yıllardır aynı kurumda çalıştığımızdan gelir yaratmaya dair düşünme pratiğimiz yoktu” ifadesini kullanıyor.

Sizce geleneksel medyadan gelip de dijitalde yeni şeyler deneyen meslektaşlarınız gelir yaratmaya dair işleyen bir pratik geliştirebildiler mi?

Bu, dünyanın her yerindeki gazeteciler için aynı mesele. Biz, işimizi yaparken bunu paraya çevirme ile ilgili konuları düşünmedik zaten düşünmemiş olmamız da gerekirdi.

Bu işi paraya çevirenlerin varlığını da biliyoruz ve onları zaten ayıplıyoruz. Parayla haber yapmak, belli bir konuda haber yaptığı için çıkar gruplarından gelir temin etmek gibi… İsimleri önemli değil, bilen biliyor.

Öte yandan şöyle bir sorun var ki dijital gazeteciliğin monetizasyonu ciddi bir mesele.

Bununla ilgili olarak dünyanın değişik yerlerinde en az altı yedi konferansa, kongreye katıldım, yanıtını bilen yok.

En büyük sorun, vatandaşların bunun değerinin farkında olmamaları. Onlar için ulaştıkları kaynağın bedava olması daha önemli. Gazetecilerin havadaki toz ve nem ile yaşadıklarını düşünüyor olmalılar ki kendilerine verilen bedava enformasyonun kim tarafından finanse edildiğini düşünmüyorlar.

Gazeteciler bunu çözebilirler mi? Evet, çözülebilir ancak bu uzun vadeli bir iş ve yarın çocuğunun cep harçlığını nasıl vereceğini düşünen bir gazeteci için uzun vadeli hesap yapmak, beklenilmesi gereken bir durum değil.

Sizinle yapılan söyleşilerde de sık sık Türkiye’de okurun habere para ödemeye gönlü olmadığını, her gün sigara almak için onlarca lira verirken habere ulaşmak için kuruşları gözden çıkaramadığını söylüyorsunuz.

Gerçekten durum bu kadar umutsuzsa, olmayan talep için arz yaratma çabamız anlamsızlaşmıyor mu?

Bu yeni bir durum değil. Eskiden de her 50 kuruşluk zam, 5 bin okuyucunun gazeteyi bırakmasına yol açardı. Gazetelerin promosyona yönelmiş olmaları, sadece gazete sahiplerinin kâr hırsıyla açıklanamaz. O yıllarda gazeteler, 2,5 – 3 milyon civarında satılırdı ve 300 – 500 bin arasındaki okuyucu promosyona göre gazete değiştirirdi. Deyim yerindeyse herkes layığını bulur ve bizim mesleğimiz açısından hepimiz layığımızı bulduk!

Elbette umutsuzluk, önerilmesi gereken bir şey değil. Türkiye’de her yaş grubundan önemli sayıda okuyucu var ki gerçeğe ulaşmak için tırnaklarını yiyor. Bugün için alışık olmadıklarından buna para harcamaya pek gönüllü değiller ama görecekler ki başka yolu yok.

Üç seçenek var: İktidarın imkânlarından yararlanan medyayı takip edip, masal dinlemek. Reklamverenin finanse ettiği medyadan çıkar gruplarının gündemini izlemek. Ya da bedelini ödeyip, gerçek gündemi takip etmek. Başka bir yol yok.

Radikal’in basılı yayın hayatına son vermesi üzerine konuşurken, şimdiye kadar kurduğunuz her yayında önce kitle tespiti yaptığınızı söylüyorsunuz.

Peki Türkiye’de kaliteli içerik için, kapsamlı haberler, analizler, derlemeler için para ödemeyi kabul edebilecek bir kitle yok mu, yoksa bu kitle var da onları arkasında toplayacak yayınların ortaya konmasında mı sıkıntı yaşanıyor?

Bir gazete, dergi zaten böyle planlanır. Önce okuyucunu tarif edersin, sonra o okuyucunun talebinin ne olacağını belirler, ona göre bir yayın politikası tarif edersin.

Türkiye’de az önce de söylediğim gibi gerçek habere ulaşmak, memleketin ve dünyanın nereye gittiğini öğrenmek isteyen bir kitle kuşkusuz ki var.

Kentli, orta yaş grubunda, eğitimli bir kitle bu.

Sermaye sorunu çözülebilirse, bu kitleye ulaşacak bir yayın yapılabilir.

Sermaye sorunu küçümsenmemeli. Bu sermayenin çözmesi gereken sorunlar var: Üç yıl kadar kâr beklemeden işletme sermayesi sağlayabilmek. Ücretler, kâğıt-baskı maliyeti, dağıtım problemi, kolay çözülebilecek bir iş değil. Yapılamaz değil ama bu süre içinde sabredecek ve iktidarın tacizine dayanabilecek sermaye gerek.

Peki sermaye sorunu çözüldü diyelim, “iktidarın tacizine” dayanmak da göze alındı. Böyle bir yayında neye dikkat etmek gerekiyor? Tırnaklarını yiyen o kitle için yayıncılık yaparken iktidar yanlısıyla, alternatifiyle, muhalifiyle mevcut medyanın şu an yaptığı hangi hatalardan uzak durmalı?

Şu anda en temel mesele, yeni yayın ortamına uygun dilin geliştirilmesi sorunu. Artık biliyoruz ki “ortam” büyük ölçüde dijital ve mobil. Ancak biz hâlâ eski ortamda yaşıyor gibi yazıyor, çiziyoruz.

Televizyonda tartışma programı izliyorken gözlerini kapa, radyo programı gibi. Üç beş kişi yan yana gelip, konuştukça konuşuyor. Bunun televizyon ortamında yapılmasının anlamı nedir? Baktığında çoğunluk da yakışıklı ve güzel sayılmaz üstelik. Bunlar tipik radyo tartışmaları ve radyoda ya da podcast olarak anlamlı. Televizyon ortamının sağladığı olanaklardan yararlanmadan, televizyonu kullanmak gibi bir tuhaflık bu.

Bana gelelim. Posta gazetesini çıkardığım günden beri düzenli günlük köşe yazıyorum. 1995 Aralık! Bundan önce de Hürriyet’te, Hürriyet’in eklerinde, dergilerde imzalı – imzasız çok yazı yazdım.

Bugün yazdığım ortam online. Ama ben hâlâ kâğıtta yazdığım gibi yazmaya devam ediyorum. Online olmasının, dijital olmasının bana sağlayabileceği avantajları kullandığım tek an, bazı yazılarımın sonuna video klip koymam. E nerede kaldı benim yenilikçiliğim, yazdığım yeni ortamın bana sağladığı olanakları kullanarak daha etkili olabilme çabam?

Gazetelere bakalım. Hepsi bugün sabah piyasaya çıkıyorlar ama artık dünün gazetesi onlar. Orada yayımlanan rutin haberlerin hepsini bir gün önce online sitelerden okudum, radyodan dinledim, televizyondan izledim. Zaten eline kâğıt alınca midesi bulanan bir toplumda, bir de dünün malını kime satabilirsin?

Bütün bunları topla, uzak durulması gereken hatalar silsilesine ulaşırsın.

Okuyucuların haberin bedelini ödemek istemediğinden bahsettik, ödemeye gönüllü olabilecek kitleyi ve uzak durulması gereken hataları da konuştuk. Fakat okuyucuların neye bedel ödemeyi istemeyi kabul edecekleri sorusu hâlâ kafamı kurcalıyor.

Şu anda internet medyasının manşetlerini dolaşırsak, birkaç ufak istisna dışında sürekli aynı ajans haberlerini görüyoruz ya da birkaç muhabirin yaptığı haberler bütün mecralarda alıntılanarak yayınlanıyor. Okur para ödemek istemiyor ama, ortada para ödemeyi kabul edebilecekleri bir içerik de yok gibi.

Okurun habere para ödemeye yanaşmamasında gazetecilerin hiç suçu yok mu? Bu durum nasıl aşılabilir?

Bugünkü ürüne ben para verebilir miyim diye düşünüyorum, evet verebilirim.

Haberler söylediğin gibi ajanslardan ve her sitede var. Zaten yarın da gazetelerde çıkacak, akşam da televizyonda.

Bunu aşabilmek için habere para harcamak gerekiyor. Haber, en pahalı iş.

Öte yandan bugünün medya ortamında birçok yazar var ki sadece online olarak onlara ulaşabilirsin. Ve bu değerli bir emek, haybeden yazılmış yazılar değil onlar. Kendiminkileri kast etmiyorum, kendimi o kadar önemsemiyorum. Ancak gerçekten değer verilmesi gereken yazılar yazılıyor ve bunları iktidar medyasında zaten bulamazsın, muhalif medyanın da sahip olduğu sayfa sayısı bunların hepsini kapsamaya yetmez. O vakit üç kuruş da olsa bunun bir bedeli olmalı. O bedel biriktiğinde de o para kendi haberini üretmeye harcanmalı.

Herkesi tanımıyorum ama T24, Gazete Duvar, Diken gibi sitelerin yöneticilerini tanıyorum, bunlar “oh ne güzel para gelmeye başladı, gidelim bunu ezelim” diye düşünecek karakterde tipler değil. O paranın sitelerin geliştirilmesine kullanılacağını biliyorum.

Onun için okuyucuda başlıyor ve bitiyor. Okuyucu, okuduğu ürünün bir değeri olduğunu düşünüyorsa bunun karşılığını ödemeli. Değerli bulmuyorsa, o zaman gidip Candy Crush oynasın tabletinde, telefonunda. Bu kadar basit bir durum bence.

Siteler, reklam bağımlılığından kurtulabilmeli ki çıkar çevrelerinin tesirine de açık olmasın. Biliyorum ki bağımsızlıklarını korumak için birçok para – reklam teklifini geri çeviriyorlar. Bu kararın kolay alındığını zannetmesin kimse. Bu ciddi bir fedakârlık demek. İyi de ben bu halk için fedakârlık yapıyorsam, bu halk da iki paket sigara parasını iyi bir yayın okumak için niye feda edemiyor?

Türkiye medyasında sürdürülebilir bulduğunuz ya da sürdürülebilir olmasını umduğunuz yayınlar hangileri? Genelde olumsuzlar üzerinden konuştuk ama yerli ya da yabancı olumlu örnekler aklınıza geliyor mu?

Mevcut düzenin sürdürülebilir olması, bu işin yükünü çeken arkadaşlarımızın sabrı ve ömrüyle sınırlı. Bunun bu şekilde yürümesi çok zor. Bu işin doğasında bu fedakârlık, adanmışlık duygusu var kuşkusuz ama bu sürdürülebilir değil.

Baktığın zaman T24’e, Gazete Duvar’a, Diken’e “kötü” diyebilir misin? Evet eksikleri çoktur kuşkusuz ama kötü sıfatını hak etmezler. Ciddi bir çaba ve fedakârlık var arkasında. Bunlar olumlu örnekler ama sürdürülebilir olması için şu anda başlarında olan kişilerden bağımsız olarak hayatta kalabiliyor olmaları gerek.

Belki de bunları birleştirip, halka açık şirket hâline getirmek, editoryal bağımsızlıklarını korumalarını garanti altına alıp, kendi aralarındaki rekabetle daha iyiye gitmelerini sağlamak bir çözüm olabilir. Tabii bunu söylemek kolaydır, yapmak zor. Ve zaten ben de her şeyi bilen, medya gurusu filan değilim!

Gazeteciliğin sıkıntıları ve bu konuda neler yapılabileceği sonrasında yeniden gazetecilere dönersek; Türkiye medyasının neredeyse en çok yayın çıkaran ismi sizsiniz. bunların büyük kısmının uzun yıllar yöneticiliğini de yaptınız. Bu süreçte farklı yayınlar için farklı kadrolar kurdunuz, yönettiklerinizi devrettiniz.

Sizce bir gazete ya da derginin varlığı açısından haber merkezindeki editörlerin önemi ne?

Bu işin başı da sonu da editördür. Elbette normal işleyen bir medya düzeninden söz ediyorum.

Bizim mesleğimiz bir takım oyunu olsa da takımın kaptanının dünya görüşü, hırsları, hayat ve haber algısı o takımın oyununu etkileyen en önemli faktördür.

Editör derken sadece genel yayın yönetmenini, yazı işleri müdürlerini kast etmiyorum. Gazete, dergi içindeki hiyerarşinin neresinde olursa olsun, haberi seçen, eksikliklerinin tamamlanmasını isteyen, hangi bölümünün öne çıkarılmasına karar veren editörlerin hepsini kast ediyorum. Normal bir günde, sıradan bir gazeteye değişik kaynaklardan 2 – 3 bin haber gelir. Gazeteler 40 sayfa civarındayken giren haber sayısı 300’ü geçmez. Şimdi sayfalar azaldı, haber sayısı da azaldı. Hangi haberin gireceğine, hangilerinin çöpe gideceğine karar veren, o gün okuyucuların gündemine karar verir. Editör önemlidir.

Gazeteci Kadri Gürsel’in 2018 yılının sonlarında “ana akım medyanın (Türkiye için) ekmek gibi bir ihtiyaç olduğunu” söylemesi ciddi bir tartışma yaratmıştı. Siz de Doğan Medya’nın satışıyla ilgili Hazal Özvarış’a yaptığınız yorumda bu durumun etkilerini daha sonra göreceğimizi söylemiştiniz.

Sizce ana akımın kaybı Türkiye’de gazeteciliği nasıl etkiledi?

Ana akım medyanın geçmişte sütten çıkmış ak kaşık olduğunu elbette iddia edemeyiz. Ancak şunu unutmayalım: Ana akım medya dediğimiz kurumların kendi iç kuralları vardı. Bir habere nasıl ulaşılır, doğruluğu nasıl kontrol edilir, nasıl yazılır, nasıl okuyucuya sunulur? Bunlar tanımlanmış, herkesçe bilinen süreçlerden geçerdi.

Okuyucunun güveni, gazetenin varlığını sürdürebilmesinin birinci koşuluydu ve bunu korumak için azami titizlik gösterilirdi.

Şimdi böyle bir şey yok. Gazete sahiplerinin derdi, gazetecilik değil. Gazeteciliğin meselesi, halk adına güç sahiplerinin denetlenmesi meselesidir. Gazeteci bunun için vardır. Bunun için dördüncü güç olarak tanımlanmıştı.

Böyle bir dert kalmayınca, gazetenin varlık nedeni okuyucu için haber değil, iktidarın başı için haber hâline dönüşünce gerçeklik kayboldu.

Türkiye, eksikleri, sorunları çok olan eski ana akım medyanın olmamasının çok sıkıntısını çekecek.

Uzun yıllar sahibi olduğu medya kuruluşlarında yöneticilik yaptığınız Aydın Doğan’ın 90’larda giriştiği sendikasızlaştırma hareketinin gazetecilerin cehennemine giden yolun büyük taşlarından biri olduğu yorumu yapılıyor.

Türkiye’de medyanın içinde bulunduğu durumda demokrasiden uzaklaşılmasının büyük bir etkisi olduğunu sık sık söylüyorsunuz, peki gazetecilerin içinde bulunduğu durumda örgütsüzleşmenin etkisi ne kadar?

Buna yanıt vermem ne kadar doğru olur, bilemiyorum. Hürgün ile TGS arasında imzalanan son toplu sözleşmede imzam “işveren vekili” olarak vardı. Önce bunu söyleyeyim ki yanıtımı okuyanın aklında bulunsun.

Türkiye’de sendikacılık ücret sendikacılığının ötesinde bir yere gidemedi. Bunun çok nedeni var, ama sanırım bu tartışma, bu söyleşinin kapsamı dışında kalıyor.

Sendika, aslına bakarsan o yıllarda da bu işi regüle eden bir kurum değildi. Herkes toplu sözleşmesini yapar, Hürriyet bekler, Erol Simavi herkesin verdiği zammın üzerine bir miktar daha koyar ve toplu sözleşme imzalanır. Düzen bundan ibaretti. Ücret pazarlığının ötesine geçemedi.

Editoryal bağımsızlık, muhabirin hakları gibi konular sözleşmelerin konusu olmadı.

Aydın Doğan, Milliyet’i satın aldığında da sendika vardı, sesini çıkarmadı, satılan gazetenin editoryal bağımsızlığı için bir adım atmadı.

Onun için şimdiki sendika tartışmasını fazla romantik buluyorum.

Eğer sendikacılık ücret meselesine kilitlenip kalmamış olsaydı, gazetecilerin örgütlü gücü olarak bir şeyleri değiştirme çabası içinde olabilir, en azından mücadele etmeyi deneyebilirdi.

Sonunda son soruya gelebildik. Zeki insanların mühendis olacağını iddia eden, mühendis bir babanın kızı olarak inşaat mühendisliği değil de gazetecilik yapmaya karar verdiğimde babam uzunca bir süre “Gonca nasıl, n’apıyor” diye soranlara “Gazetecilik oynuyor” yanıtını verdi. Onun açısından yaptığım tercihin mantıklı tek bir yanı yoktu, ekonomik açıdan riske giriyordum, “bir gün bir yerlere gelmek” bir yana ay sonuna cebimde parayla ulaşabileceğim bile bir soru işaretiydi. Çevremde de bambaşka şeyler yapması umulan, bu yönde eğitim almasına rağmen illaki gazeteciliği seçen insanlar var ama aileleri ya da çevrelerindekiler bunun ekonomik olarak ne kadar sürdürülebilir olduğu konusunda kaygılı.

Son dönemde sizinle yapılan söyleşilere baktığımızda, “Gazetecilik bitti” yorumunu kesin bir dille reddetseniz de yine de birçok sorun olduğunu kabul ediyor ve pek de iyimser de konuşmuyorsunuz.

Medyanın içinden, tepesinden gelen bir baba olarak, Mehmet Yılmaz kızı Yasemin akademi değil de gazeteciliği tercih etseydi nasıl hissederdi?

Gazetecilik bitmez. Toplumsal yaşamımızın ayrılmaz, olmaz ise olmaz bir parçası bu.

İlk soruna yanıt verirken söyledim, bu mesleği seçenler, kendilerinin gözünde değerli bir insan olmak için seçiyorlar, zengin olmak için değil.

Bu sıkıntılı bir süreç. Bizim kuşak belki de en şanslı döneme denk geldi. Ama bizler de uzun yıllar sigortasız, telif ücretiyle çalıştık. Şimdi sıkıntının daha büyük olduğunu biliyorum. Bunun bir “oyun” olmadığını da biliyorum ve memleketimizin insanları, “oyun” olduğunu zannettikleri işin, bir toplumun hayatında en önemli parçalardan biri olduğunu, iş kendi hayatlarına dokunduğu zaman anlayacaklar.

Yasemin gazeteci olmak isteseydi, ona da “beni işe alır mısınız” diye gelen genç arkadaşlarıma söylediğimi söylerdim: Bu iş sadece gerçekten seviyorsan yapılabilecek bir iş, zengin olabileceğin bir meslek değil. Ama gerçekten adam gibi yaparsan onurlu bir meslek. Kendinden ve yaptığın işten mutlu olabileceğin bir meslek.

Manisalı çocuklara işkence yapıldığında Posta’yı çıkarıyordum ve haber bir tek benim yönettiğim gazetenin manşetinde yer aldı. Bu meslekte hiçbir şey yapmadıysam bile o çocukların meselesini, Türkiye’nin meselesi yapmayı başardığım için gururluyum. Emin ol bu duyguyu parayla satın alamazsın.