SÖYLEŞİ, t24.com.tr

Sektörün duayeni Mehmet Y. Yılmaz anlatıyor; dergiciliğin altın yıllarında neler başarıldı, hangi hatalar yapıldı, haber dergiciliği devri neden kapandı?

 

Mehmet Y. Yılmaz, dergicilikte yalnızca yöneten değil, düşünen ve inşa eden bir kültür mimarı. Tempo’dan Aktüel’e, gündemi belirleyen pek çok yayının ardında onun imzası var. “Yayıncılık, titizlik ve meraktır” derken, bir yöntemi ve bir dünyayı tarif ediyor

Mehmet Y. Yılmaz, Türkiye’de dergi yayıncılığını bilgi aktarımının ötesine taşıyıp düşünsel zemin kuran öncü bir isim. Tempo, Aktüel, Blue Jean gibi her biri kendi döneminin hafızasına kazınmış dergilerle basın tarihinin yanı sıra kolektif bellekte de kalıcı izler bıraktı. Onun için yayıncılık, estetikle düşüncenin kesiştiği vicdani sorumlulukları olan bir alan.

1980’lerden itibaren yönettiği her dergi, gündemi izlemekten çok ona yön veren bir çizgiyle şekillendi. Her sayı, merakla okunan içerikleri ve güçlü estetik diliyle, bir buluşma atmosferi yarattı. “Kendi okumadığınız dergiyi kimse okumaz” diyerek, yayıncının samimiyetini entelektüel sorumlulukla birleştirdi. Okurlarına, mesleğine ve ekip arkadaşlarına gösterdiği özen sayesinde çok satan yayınlara imza attı.

Bu söyleşide Mehmet Y. Yılmaz ile dergiciliğin göz kamaştıran yıllarını ve hâlâ konuşulan bir yayıncılık anlayışını konuştuk.

– Türkiye medya tarihinde bu kadar farklı kitlelere hitap eden, birbirinden bu kadar uzak görünen yayınları hayata geçiren sizden başka kimse yok. Bu kadar geniş yelpazede etkili olabilmenizin sırrı neydi?

Hangi hedef kitleyi seçerseniz seçin iş sonunda dönüp dolaşıp yayıncılığın temel ilkelerine dayanır. Bunlar da en genel ifadelerle titizlik, merak, kalite arayışı, kendinden önceki yayınları aşmaya çalışmak ama asla taklit etmemek diye tanımlanabilir. Önce net bir hedef kitle tanımı gerekir: Kentli, 25 – 40 yaş arası, çalışan, eğitimli kadın gibi bir net tanım. Sonra bu hedef kitleyi tanımalısınız. O yıllarda bu tür araştırmalar çok yapılmazdı, biraz da el yordamıyla hareket ederdik ama genel eğilimleri de bilirdik. Hangi konuları merak ederler, ne kadar derinleşmek isterler gibi sorulara vereceğiniz yanıtları deyim yerindeyse “kervan yola çıktıktan sonra” da mükemmelleştirebilirsiniz. Ancak en başta yapacağınız tanım ne kadar ayrıntılı ve sizin kafanızda net ise o kadar kolay sonuca varırsınız. Dergilerin ve gazetelerin ilk nüshalarıyla ardından gelenleri yan yana koyarsanız, İkinci sayıdan itibaren yayının daha da geliştiğini, daha yararlı bir yayın haline geldiğini görebilirsiniz. “Fayda” ya da “yarar” en temel hususlardan biridir. Bu dergi, okuyucularına nasıl bir yarar sağlamalı? Okuyucunun işine yarayacak enformasyonu taşımayan derginin kaderi çöptür.

– “Okuyucunun işine yaramayan dergi çöptür” diyorsunuz. Peki okuma isteği yaratacak bir dergi nasıl olmalı?

Eğlendirici olmalı. Dergi ya da gazete okuyucunun elinde ne kadar uzun kalırsa, tatmin hissi o kadar büyür. Onun için derginin sayfa sayısının da önemi var. Ne çok ince olmalı ne de okuyucuyu korkutacak kadar kalın. Üç beş sayı alıp, hepsini okuyamadan yenisini almak zorunda kalan okuyucu, bir süre sonra parasını boşa harcadığı duygusuna kapılır, düzenli okuyucu olmaktan çıkar. Oysa bize düzenli okuyucu lazımdır. Yayıncılığın bütün ekonomisi, onun üzerinde döner. Uzmanlığa saygı duymalısınız. Genç kızlara yönelik bir yayın yapıyorsanız, yayıncılığın temel ilkelerini bilmeniz sizi kurtarmaz. O kitleyi tanıyan hatta o kuşaktan insanlarla içli dışlı olan bir ekibiniz olmalı ve onlara inisiyatif tanımalısınız. Ve en nihayetinde kendiniz de bir okuyucu olarak o dergiyi merak ediyor olmalısınız. Kendi okuyamadığınız dergiyi kimse okumaz. Baskı, cilt, kâğıt kalitesi özellikle dergilerde çok önemli. Ona eşlik edecek editoryal zenginlik de. Dergi, görsel bir üründür. Fotoğraflar ve grafik düzeni en az içerdiği yazılar kadar önem taşır. Kâğıt ve baskı kalitesi de en az içerik kadar önem taşır. Okuyucu, eline aldığında özenilmiş, üzerinde çalışılmış bir ürün görmek ister, baştan savma yapılan işler hemen sırıtır. En genel olarak bu çerçeveye uymaya çalıştım. Bu açıdan Blue Jean dergisi ile Playmen ya da Aktüel ya da Ekonomist dergileri arasında bir fark yoktur. Yeter ki yetenekli ve İnisiyatif kullanmayı beceren akıllı gazetecilerle çalışın. Bizim meslekte benden söz edilirken bazen olumsuz anlamda “ekipçi” derler ki bence asıl olan da budur. Ben buna olumlu bir anlam atfediyorum. Güvenebileceğiniz bir ekip ile her şeyi yapabilirsiniz, genel tanımı yaptıktan sonra sizin eksiklerinizi onlar tamamlar.

– Türkiye’de 90’lar ve 2000’lerde dergicilik, toplumsal meseleleri tartışmada önemli bir platformdu. Rakibiniz Nokta gibi etkili bir dergi varken Tempo’yu farklılaştırmayı nasıl başardınız?

Tempo’yu 1987 sonbaharında yayınladım. Kasım ayıydı. O yıllarda dergi yayınlamak için iyi tarih, okulların açılıp, herkesin memleketine, yerine yerleştiği tarihtir diye bir inanış vardı. 1987 yılında Türkiye, 12 Eylül’ün topluma giydirdiği deli gömleğinin dikişlerini atmaya başlamıştı. Rakibi Nokta dergisiydi ve çok güçlü bir kadrosu vardı. Türkiye’nin o yıllarda kalıbını zorlamaya başlaması ve güçlü bir rakiple rekabetin avantajlarını yaşadım. Televizyon hâlâ tek kanallıydı, devletin kontrolündeydi. Nokta, kâğıt ve baskı olarak kendini yenileyememişti, kendisini tekrar ediyordu. Nokta’nın başlattığı tabuların üzerine gitme çabasını biz biraz daha ilerlettik diyebilirim. Habercilik açısından da daha güçlü bir kadromuz vardı. Sadece İstanbul merkezli bir dergi değildi, Hürriyet’in yurtdışı ve yurtiçi muhabirlerinden oluşan geniş bir haber ağını kullanabiliyorduk. Gündemi belirleyebilmek önemliydi ve bunu başardık. Her hafta olmasa bile ayda en az bir kere üzerinde günlerce konuşulabilecek konular Tempo ve Nokta’nın kapaklarından çıktı.

– Peki 90’lı yılların başında yayın hayatına başlayan Aktüel’i yayınladığınızda nasıl bir Türkiye vardı? Ve Aktüel’in farkını sizden dinlesek…

Aktüel’i yayınladığımda (1991 Temmuz) Türkiye artık iyice değişmişti, 12 Eylül geride kalmış, ülkede Avrupa’ya açılma, Avrupa’nın bir parçası olma rüzgârı esmeye başlamıştı. Aktüel, o tarihteki Tempo ve Nokta’dan çok ayrışan bir yayın oldu. Benim bütün yayınlarımda olduğu gibi teknik kalite, ikisinin de üstündeydi. Ve ikisi de tekrara düşmüştü. Oysa Türkiye’de yeni bir sınıf insan tipi gelişiyordu: Dünyaya açık, liberal, eskinin sol ideolojisinden çok uzaklaşmasa da mesafeli, dünyada olup biten her şeyi merak eden aç bir kitle. Tempo ve Nokta, “konulu kapaklar” diye tanımladığımız kapaklar ile yayınlanırken ben Aktüel’in kapağını sadece “güzel görüntü” olarak tasarladım. Hatta o günlerde birlikte çalıştığımız ekip ve Ercan Arıklı ile bu konuda çok tartıştım. Sonunda benim dediğim oldu, ilk sayıda Madonna kapaktaydı, ikinci sayıdan itibaren de benden sonra dergiyi devralan ekibin o vakit “kimliksiz kızlar” diye tanımladığı top modeller kapaktaydı. Bu bize büyük bir özgürlük alanı açtı. Her türlü dosya konusunu o kapakların üzerinden duyurabildik. Nispi bir özgürlük içinde her konuyu tartışabildik. Bugünün şartlarında düşünülemeyecek kadar muhalif ve yenilikçiydik. 1992 Mayıs ayında Hürriyet’e yeniden döndüğümde Kürşat Başar’ı Tempo’nun yayın yönetmeni yaptım. O tarihten sonra da uzunca bir süre Tempo ve Aktüel adeta ikiz dergi gibi yayınlandılar. Türkiye’yi değiştirdiğimizi, şekillendirdiğimizi söyleyemem ama zaten kendiliğinden değişmekte olan Türkiye’de değişimin bir parçası olduk. Türkiye’de politikanın ötesinde çok önemli toplumsal ve insanın doğasına özgü meselelerin de olduğuna dikkat çekmeyi başardık.

– Özellikle haber dergiciliğinin altın çağını yaşadığı dönemde bu yayınları kimler neden okuyordu? Bugün aynı insanlar ne okuyor?

Bu dergiler kentli, iyi eğitimli, genç ve erken orta yaşa hitap eden dergilerdi. Kendilerini belli bir ideolojiyle tarif etmeyen, sadece Türkiye’nin değil dünyanın meselelerine de ilgisi açık bir okuyucu kitlesiydi. Bugün okuyabilecekleri bu türden bir yayın yok. Zaten böyle bir talep hâlâ var mı, ondan da emin değilim.12 Eylül sonrasının depolitizasyon döneminin tam tersine aşırı politize bir toplum olduk. Hâlâ yayınlanabiliyor olsalardı bu tür dergiler, böyle aşırı politize olmuş bir okuyucu kitlesi için hafif kaçardı zaten.

– Dergicilik patronlara çok kazandırdı mı? Devamlılığı sağlamak için ekonomik model nasıldı? Reklam mı, tiraj mı daha önemliydi?

Evet, kazandırdı. Tempo’nun yayınlandığı ilk aylarda “dergi reklamı” diye bir kategori henüz gelişmemişti. Dergilerde yayımlanan reklamlar, gazetelerde yayımlanan reklamların boyut değiştirmişleriydi. Dergi reklamcılığının esas gelişmesi 1990 sonrasıdır. Ve elbette bu ikisi birbirini besler. Tiraj reklam getirir, artan reklam dergiye daha çok bütçe ayırabilmeyi olanaklı kılar, bu da tirajı besler, büyütür. İkisini de hedeflemeyen bir yayıncılık sürdürülemezdi zaten. Dergi okunmalıdır ki reklam alsın, reklam alsın ki derginin kalitesine daha çok para harca. Ben yayınladığım her dergi için hesabımı satış gelirinin, genel giderleri (maaş, kira, kâğıt, baskı gibi) karşılaması, reklamın kar olarak bilançonun altına inmesini hedefleyecek şekilde yaptım. Dergi fiyatlarını buna göre belirledim. Hem patronlar kazandı hem de biz gazeteciler kazandık.

– Hükümetlerden veya sermaye çevrelerinden gelen baskılar oldu mu? Hangi konular dokunulmazdı? Sansürle karşılaştığınızda nasıl davrandınız?

O dönemin haber dergiciliğinin esası tabulara saldırmaktı. Konuşulamayanı, tartışılamayanı konuşturmak ve tartıştırmaktı. Tempo’yu yayınlarken Hürriyet’in o tarihteki genel yayın müdürü olan rahmetli Çetin Emeç ile özellikle hükümetin bazı yolsuzluk iddialarıyla ilgili meselelerde çatıştık ancak herhangi bir sansür girişimi hiç olmadı. Sabah bünyesinde Aktüel yayınlanırken de aynı özgürlük içindeydik. Sansür çok daha sonralarının, bugünlerin meselesi oldu. Kim bilir, belki de nereye kadar çıkıntılık yapabileceğimizi içgüdüsel olarak biliyor, otosansür yapıyorduk. Türkiye’de sermaye hiçbir zaman demokrat olmadı. Çıkarlarına dokunduğunuz anda reklam boykotları ile tehdit edilirdik. Şimdi grup adını anmamın anlamı yok ama şunu söyleyebilirim ki çıkarlarına aykırı yayınlar nedeniyle reklam boykotu yapmayan sermaye grubu yoktur. Reklam almak için yayıncıların onları tehdit etmesi elbette şantajdır ve yapan açısından aşağılık bir tutumdur ancak reklam tehdidi ile yayın engellemek de aynı derecede aşağılık bir durum olmalı.

– Son dönemde yayımlanan bazı belgesel ve analizlerde, 2000’ler medyasının bazı aktörleri özellikle güncel siyaset geleneğinin meşrulaştırılmasında etkili olmakla eleştiriliyor. Siz o dönemde aldığınız kararları nasıl değerlendiriyorsunuz? Dönemin ruhu içinde siyasal sonuçlar öngörülüyor muydu?

Yayıncıların, gazetecilerin böyle bir güçleri olduğunu düşünmüyorum. O yılların yayıncılığı yüzünden şimdi böyle oldu çok zorlama bir iddia olur. Türkiye bir yola girmişti, oraya doğru gidiyordu, yayıncılar ve gazeteciler bunu sadece tespit edebilirler. Değiştiremezler. Böyle bir güçleri yoktur. Toplumsal karşılığı olmayan kimseyi de yayınlarıyla öne çıkaramazlar. Yayıncılık, topluma bir ayna tutmak gibidir. Aynayı tutarsınız, o aynadan yansıyan görüntü hoşunuza gitse de gitmese de gerçek odur, değiştiremezsiniz.

– Bugün geriye baktığınızda şunu yapsaydık dediğiniz bir hamle var mı?

Bir pişmanlık anlamında yok. Yapamadığımız şey meslektaşlar olarak birlikte güç olabileceğimiz gerçeğini ihmal etmekti. Patronların kâr ve pazar payı rekabetinin bir parçası olduk. Basın sektöründe örgütlü sendikaların toplu sözleşmelerinde bile editoryal bağımsızlıkla ilgili herhangi bir hüküm yoktu. Düşünün ki Günaydın dışındaki bütün büyük gazetelerde; Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman, Güneş gibi bütün büyük gazetelerde örgütlü sendika vardı, toplu sözleşmeler yapılıyordu ve bu konu bir temel mesele hiç olmadı.

– Sizce haber dergiciliği neden devam edemedi?

Devrini doldurduğu için devam etmedi diye düşünüyorum. Artık habere ve haberin analizine anında ulaşabilme olanağı var. Bir hafta içinde dünya bile değişiyor. Temel gazetecilik faaliyeti elbette değişmez ve ölmez ama kullanılan medya değişiyor. Kâğıt geride kaldı. En hızlı kâğıt medya bile 24 saat öncesini anlatıyor. Böyle bir ihtiyaç artık yok.

YARIN: Psikiyatrist Fatih Altınöz ile kurucusu olduğu, deliliğe anlatı hakkı tanıyan, hiyerarşisiz ve anarşist dergi Şizofrengi’yi konuştuk…