Dillerimi hâkim bey, bağlasan durmaz!
Savcının bu iddianame ile yapmak istediği şey aslında beni mahkum ettirmek değil. Bir yandan siyasi iktidarı tatmin etmek, diğer yandan bana gözdağı vermek
Binali Yıldırım, dar gelirli bir ailenin çocuklarının baş döndürücü bir hızla zenginleşmesindeki üstün iş yönetme becerisinin nereden kaynaklandığını açıklayacağına hakkımda suç duyurusunda bulununca, İstanbul’daki bir savcı da davayı açtı.
İstanbul’daki bir hâkim de bu savcının yazdığı iddianameyi kabul etti.
Ocak ayından itibaren dördümüz bir mahkeme salonunda buluşacağız.
Binali Bey’i yarına bıraktım, önce savcı ve yargıç konusunu konuşmamız gerek.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları açık: Ceza tehdidi varsa özgür basın faaliyeti yoktur, özgür basın faaliyetinin engellenmesi, düşünce / ifade özgürlüğünün ihlal edildiği anlamına gelir.
Onun için savcıların bu tür davaları açarken, yargıçların da bu tür iddianameleri kabul ederken kendileri için yasalarda tanımlanmış görevleri yerine getirmiş olmaları da gerekir ki savcılık ve yargıçlık makamı, iktidarların basın tarafından halk adına denetlenmesinin önüne geçme fonksiyonunu ifa etmesin.
Kanunlarımıza göre savcılar, soruşturmalarını yürütürken suçlanan kişiyle ilgili aleyhte delilleri olduğu kadar lehindeki delilleri de toplamak ile yükümlüdürler.
Bu olayda “aleyhimdeki delil”, Binali Yıldırım’ın avukatlarının suç duyurusu.
Ve bu suç duyurusuna bağlı olarak yazdığım yazılar.
Lehteki deliller ne olabilir: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Anayasa, böyle davalar ile ilgili olarak daha önce oluşmuş yargı içtihatları ve TDK Türkçe Büyük Sözlük!
Türkçe Büyük Sözlük yerine Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğü ya da Kubbealtı Lugatı – Misalli Büyük Türkçe Sözlük de olabilir.
Böyle bir sözlük edinmiş olsalardı, Binali Bey’in avukatlarının “hakaret” olduğunu ileri sürdükleri kelimelerin anlamlarına bakar, suç duyurusunu nazik bir tebessüm eşliğinde sahiplerine iade ederlerdi.
AİHS ve Anayasa, benim gazeteci ve vatandaş olarak ifade özgürlüğümü garanti altına alıyor, o nedenle savcılar tarafından bir kez daha okunmuş olmalıydılar.
Öte yandan toplanması gereken lehte deliller arasında mahkeme kararları da olmalıydı.
AYM ve Yargıtay kararlarına gelmeden önce, onların da “ağabeyi” konumunda olan AİHM kararlarından küçük hatırlatmalar yapacağım.
Bir siyasetçiye yönelik eleştirinin kabul edilebilir sınırlarının özel bir kişiye kıyasla daha geniş olması gerektiğiyle ilgili olarak: Lingens / Avusturya davası.
İfade özgürlüğünün devletin ve halkın bir bölümünün aleyhinde olabileceği, hatta hepsini rahatsız edebileceği ile ilgili olarak: Handyside / İngiltere davası.
Seçmeni, yolsuzluk yapan siyasetçiye karşı uyarmanın, siyasal eleştiri sayılması gerektiği ve basının demokrasinin bekçiliğini yapabilmek için dedikodu ve söylentilere de yer verebileceği, bunları kanıtlaması gerekmediği ile ilgili olarak: Timpul İnfo Magazine / Moldova davası.
Hükümetin konumunun üstünlüğü nedeniyle basına karşı ceza yaptırımlarına başvurması konusunda kendisini sınırlaması gerektiği ile ilgili olarak: Castells / İspanya kararı.
Basına soruşturma açılmasının, gözdağı verilerek oto sansüre yol açması nedeniyle ifade özgürlüğünün ihlali anlamına geleceği ile ilgili olarak: Akçam / Türkiye davası.
Bir siyasetçiye yönelik kabul edilebilir eleştiri sınırının, sıradan bir şahsa kıyasla daha geniş olması gerektiği ile ilgili olarak: Tuşalp / Türkiye davası.
Bütün AİHM içtihadını burada alt alta yazarak okuyucularımı sıkıp, kaçırma niyetim yok tabii.
Benim bile kolayca ulaşabildiğim bu kararlara savcılar tek bir parmak hareketiyle ulaşabilirdi.
Ancak yapmadı, lehimdeki delilleri toplamak için parmağını oynatmadı.
Savcının bu iddianame ile yapmak istediği şey aslında beni mahkum ettirmek değil. Bir yandan siyasi iktidarı tatmin etmek, diğer yandan bana gözdağı vermek.
Yoksa onlar da biliyor, bu davadan bir cezai yaptırım çıkmayacağını.
Çünkü dedim ya savcılar da benim kadar kolayca bu içtihatlara ulaşabilirler. Biliyorlar ama bu iddianameyi yazarken bilmezden geldiler.
AİHM’ye, AYM’ye kadar da gitmeye gerek yok, sayısız Yargıtay kararı bulabilirler.
Ama yapmıyorlar.
Savcı lehimdeki delilleri toplamadan iddianamesini yazıyor, yargıç soruşturmanın eksiksiz olup olmadığına bakmadan iddianameyi kabul ediyor.
Çünkü istiyorlar ki ben başlarından gideyim. Bu davayla korkutulup, sindirileyim.
Kusura bakmayın ama gitmeyeceğim. Şarkıdaki gibi:
Şikayetim var cümle yasaktan. Dillerimi hakim bey, bağlasan durmaz. Gelsin jandarma, polis karakoldan Fikrim firarda, mahpusa sığmaz eyvah!
Kapalı rejimlerde böyle olur
Bir demokraside, hükümetlerin halktan her hangi bir şeyi gizlemeleri meşru bir tutum değildir.
Evet, böyle şeyler olabiliyor. Hükümetler bazı durumlarda, halkın bazı şeyleri öğrenmesini istemeyebiliyorlar.
Eğer demokratik bir ülkeyse ve basın bu gizlenen şeyi yakaladıysa bunun bazı sonuçları olur.
Bakan istifa eder, hükümet özür diler vs.
Faşist / otoriter bir rejim söz konusuysa ve basın böyle bir durumu öğrendiyse bunun da sonuçları olur.
Ya gazeteciler bunu yayınlamaya korkar, bilgileri kendilerine saklarlar.
Ya da korkmazlar, bildiklerini açıklarlar ve bunun cezasını da çekerler.
Şimdi Türkiye’de, Erdoğan rejiminin karakterini belirlememiz için bir test yaşadık.
Dr. Bülent Şık, hükümetin gizli kalmasını istediği ama halk sağlığı ile doğrudan ilgili bir durumu açıkladı, yargılandı ve 15 ay hapse mahkum edildi.
Dr. Şık’ın açıkladığı bilgi halk sağlığını doğrudan ilgilendiriyor.
Açık bir rejimde Dr. Şık bu nedenle mahkum olmazdı, zaten bu bilgiyi ondan da önce hükümetler açıklamış olurdu.
Ama belli ki Türkiye’deki rejim kapalı bir rejim, halk sağlığını doğrudan ilgilendiren bir bilginin açıklanmasından rahatsız oluyor ve açıklayanı pişman etmek istiyor.
Ve aynı hükümetin polisleri, direksiyon başında sigara içen sürücülere ceza yazıyor ki vatandaşların sağlıklarını koruyabilsinler!
Dilimin ucundaki kelimeleri kendime saklıyorum. Siz evde bu yazıyı okurken benim yerime o kelimeleri söyleyebilirsiniz elbette ama dikkat edin başkaları duymasın.