Aşağıda okuyacağınız ilk yazı, gazeteci Çınar Oskay’a ait. Kendisiyle akrabalığım da var ama bu ilişki, aşağıdaki yazının bu köşede yer alması ile ilgili değil.
Mesleği çalınmış bir gazetecinin iç dökmesi de diyebilirsiniz, günümüz gerçekleri için tarihe düşülmüş bir not da
İkinci yazı bana ait, savcı beyleri ilgilendiren bir durum varsa baştan söylemiş olayım.
Buyurun, birlikte okuyalım:
Eşim ve 3,5 yaşındaki kızımla birkaç ay önce Amerika’dan Türkiye’ye kesin dönüş yaparken, bize en çekici gelen, bu yazı beraber Datça’da geçirecek olmamızdı.
Çocukluğumdan beri değişmeyen Datça Aktur Tatil Sitesi’nde, yazın en hoş etkinliği, meşhur, tekneli 30 Ağustos kutlamasıdır.
Her Zafer Bayramı’nda, onlarca yelkenli, motor yat, balıkçı takası, peş peşe dümen tutar, görkemli bir kortej oluşturur. Zafer kazanmış bir donanma edasıyla, iki kilometrelik Büyük Koy’da site sakinleriyle kucaklaşır.
Sahilde toplanan kalabalık, tekneleri coşkuyla karşılar, bayrak sallar, marşlara, şarkılara gururla eşlik eder. Kırmızı-beyaz kıyafetli çocuklar cıvıl cıvıl koşuşturur, insanlar birbirinin bayramını kutlar, herkesin yüzü güler. Manzara, neşeli bir Fellini sahnesini andırır.
*****
En büyük alkışı Mustafa Kemal desenli, heybetli yelkenliler alır. Yat sahibi amatör denizciler, tekne turu yapan kaptanlar sirenlerini çalar, sahile müzik yayını yapar, denizcilere yakışan bir asaletle töreni tamamlar.
Şoven, militarist değil; güler yüzlü, umut dolu bir bayram olur. Birbirimize inancımız tazelenir. Bize nasip olmasa bile, çocuklarımızın, hayal ettiğimiz ülkede yaşama ihtimali aklımıza düşüverir.
*****
Eşim Kathryn, Türkiye’yi çok seven, dönüş kararımızı verirken burada daha mutlu olacağımızı düşünen ve kızının buranın güzel yanlarını, Akdeniz kültürünü taşımasını isteyen bir anne.
Dönüş kararını verirken, elbette ülkemizin bir istikrar abidesi olmayacağını biliyorduk. Ama ortalama bir demokrasinin yakalanması durumunda bile, burada güzel bir hayat yeşerirdi.
Bir güvencemiz vardı: Toplumun en az yarısını oluşturan, kültürel, toplumsal, ekonomik sermayesiyle kendi kaderinde söz sahibi, özgüvenli, moralli, kentli – seküler kitle.
*****
Türkiye, diktatörlüğe mahkûm Rusya, Çin konumunda değil; Brezilya, İtalya, hatta ABD gibi, yalpalasa da güçlü bir demokrasi geleneği, muhalefeti olan bir ülkeydi. Seçimlerden sonra, – belki de – demokrasinin toparlanacağı bir restorasyon dönemi bizi bekliyordu.
Yine de kararımız seçime endeksli değildi. Ben bunun son seçim olduğu savına pek katılmıyordum. Bahsettiğim tarihsel-sosyolojik blok, ne olursa olsun başımızın ezilmeyeceğinin garantisiydi.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylık ısrarı, bence Cumhuriyet tarihinin en ağır, bariz ve yıkıcı politik hesap hatasıydı. Bu uğurda riske ettiği şey, hayatlarımızdı, çocuklarımızın bu ülkedeki geleceğiydi. Bunları riske atmaktan çekinmedi.
Bizim adımıza bir kumar oynadı ve kaybetti. Hem de ağır bir şekilde. Ülkenin felaket durumuna rağmen, açık arayla.
*****
Onu affetmek – insani bir düzlemde – her şeye rağmen mümkün olabilirdi. Çünkü seçim kampanyası insancıl, uzlaşmacı, demokratik bir kampanyaydı. “İyi insan” imajı, yıllardır zehirlenen kitlelere tebessüm ettirmişti.
Yenilgi sonrası sorumluluğunu kabul edip özür dilese, şık şekilde istifa etse, onu yine eleştirir ama bıraktığı “hoş seda” için sevmeye, saymaya devam edebilirdik.
Fakat Kılıçdaroğlu, hayatlarıyla kumar oynadığı insanları umursamadı.
Pozisyonunu korumaya, güç – iktidar mevkiine yapışmaya karar verdi. İnsanların sırtına binen seçim mağlubiyetine bir de aldatılmışlık yükü ekledi: Demek ki aslında o da pek “iyi” biri değildi. Zamanın testi bunu göstermişti.
*****
Bunları lafımı sakınmadan söylemeyi hak görüyorum çünkü “ülkesiz” bırakmayı göze aldığı insanlardan biriyim. Kızımın buradaki geleceğinden endişeliyim. Endişemin birinci sebebi, otoriter bir yönetimin rüyasında bile göremeyeceği bu muhalefet.
Ülkedeki en parlak, en etkili muhalif lider hapiste çürütüldü.
CHP’den 40 yılda bir çıkan Weberyen anlamda “karizmatik” diğer lidere, dava engeli çıkarıldı. Ve eminim ki bu stratejinin nihai hedefi muhalefetin başına Kılıçdaroğlu’nu yerleştirmekti.
Çünkü yer yarılsa – ki yarıldı da – Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacağını biliyorlardı. Oltaya takılacağını, adaylığı son ana kadar kovalayacağını da.
Bavul toplayan, nefesi tükenmiş, çürümüş rejim, bu taktiği, göz göre göre, tereyağından kıl çeker gibi işletti.
*****
Ailem, bu 30 Ağustos kutlamaları için çok hevesliydi. Eşim, çaktırmadan kızımıza kırmızı, Mustafa Kemal logolu bir tişört almış; annem de beyaz fuleli bir etekle kombinasyonu tamamlamıştı!
Sabah 09.15 gibi, tam saatinde kalktık. Onlar kızıma yavaş yavaş elbisesini giydirirken, bir baktım ki sudaki tekneler töreni tamamlamak üzere.
Her yıl olduğu gibi peş peşe 70-80 tekne, koyun sonundaki dağın arkasında koca bir kuyruk görmeyi beklerken, kortej hızla bitiverdi.
Normalde onlarca çocuğun şakıdığı kumsalda sadece bir kişi, komşumuz Yaman Abi, tek başına, öyle duruyordu.
Hayatımda gördüğüm en hüzünlü bayram kutlamasıydı. Durumu anladım; eşim ve annemden rica ettim: “Giydirmeyin, boş verin, akşam kutlarız”.
*****
CHP yönetimi, bugün seçimden bile vahim bir günah işliyor. Ülkenin tarihsel, güçlü seküler bloğunu içerden çökertiyor.
Moralini, umudunu tüketerek, pasifize ediyor; “öğrenilmiş mağlubiyet” duygusunu yayıyor.
Rejimi ülkede ve dünyada meşrulaştırıyor. Bu rolüyle – benim gözümde – demokrasimiz için iktidardan bile yıkıcı bir rol oynuyor.
*****
Komşumuz Hülya Hanım’la, o, törenden dönerken karşılaştık. “Her gün ağlıyorum. Kimlere bıraktılar ülkeyi” diyordu.
“Ağlamayın” dedim, “Biraz sabredeceğiz. Biraz daha sabır.”
———————————
Kahraman Türk polisinin şanlı direnişi!
Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, Fatih Çekirge’ye açık ve net konuştu:
“İmar affı asla yok. Böyle bir şey bekleyerek iş yapanlar boşuna uğraşmasınlar. Başlarına dert almasınlar. Kesinlikle yıkılır.”
Tabii bakanın bu kadar kararlısı insanın gözlerini yaşartıyor, analar ne aslanlar doğuruyor diye.
Özhaseki’nin bu sözleri söylemesinin üzerinden üç gün geçmişti ki mahkemenin “kesin yıkılmalı” dediği kaçak bir inşaatın yıkımı, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nün cansiperane çabalarıyla engellendi.
Tabii burada Türk polisinin, yıkım ekibine ve belediye zabıta görevlilerine karşı gösterdiği kahramanca direnişi ihmal ediyor değilim.
Onlar da vatan savunması uğruna göğüslerini kaçak inşaata siper ettiler.
Söz konusu kaçak bina Zeytinburnu’nda.
Bina dediysem iki göz gecekondu değil, bildiğin plaza! Alışveriş merkezi var, rezidanslar var filan.
Binanın yapıldığı arsa 2003 yılında Karayolları tarafından kamuya terk edilmiş yeşil alan.
Nasıl olduysa bu yeşil alana çok katlı bu plaza dikiliverince İmar Müdürlüğü 2021 yılında Belediye Encümeni’nden yıkım kararı almış.
“İmar affına kesinlikle karşı” Özhaseki Bey’in bakanlığı, plan değişikliği yaparak binayı kurtarmaya çabalamış ama mahkeme bu işlemi iptal etmiş, binanın yıkılmasının yolunu açmış.
Kaçak binanın sahipleri durmamış tabii, bu kez onlar mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı alıp, yıkımı engellemiş.
İBB, bir üst mahkemeye itiraz etmiş, haklı bulunmuş yıkım ekipleri binaya gidince de polisin “şanlı kaçak bina direnişi” ile karşılaşmış.
Binanın sahibi görünen şirketin adına dikkat: Akzirve Turizm, İnşaat, Gayrimenkul Tic. AŞ.
Şirketin sahibi Ürdünlü ama belli ki Türkiye’de işlerin nasıl yürütülüp, engellerin nasıl aşılacağını bizden iyi biliyor.
Düşünün yani hem “ak” hem “zirve”!
Bu işler durduk yerde olmaz arkadaşlar, bunu bilir, bunu söylerim.
Devletin bütün organları seferber olup, bir şahsa ya da bir şirkete böyle üç – dört yüz küsur milyon dolarlık bir avantaj sağlanıyorsa, bundan çöplenenler vardır.
“Çöplenenler” dediysem de lafın gelişi tabii, onların “çöpü” bizleri abad eder, orası ayrı mesele.
Düşünmemiz ve yanıt bulmamız gereken soru şu: Böyle büyük bir avanta için devletin bütün olanaklarını kim seferber edebilir?
İstanbul Valisi ile Emniyet Müdürü, ikisi bir araya gelse, hatta şu kadar vilayetin valisi ve emniyet müdürü de bu ikisiyle birlikte olsa bile, onlara bu avantayı yerdirmezler.
Zaten onlar iki bürokrat, kendilerine bu yönde kesin bir emir verilmemiş olsa, “neme lazım, adımızı böyle işlere karıştırmayalım” derler, uzak dururlardı.
Bilmece, bildirmece, dil üstünde kaydırmaca: Bu inşaatın avantası kime gidiyor?
Bir de ipucu vereyim, hâlâ bilemiyorsanız Türkiye’de yaşamıyorsunuz derim: Damda gezer, miyav miyav der!
————————————-
