Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ilçe müftülerini Saray’ında ağırladı ve onlarla “istişare” etti.
Hatırlarsınız, Diyanet İşleri Başkanı’nın, daha önce müftülerle yaptığı bir toplantıda “seçime 9 ay kaldı. Herkes sahaya insin, çalışma yapsın. Kazanırsak hep beraber kazanırız, kaybedersek hep beraber kaybederiz. Kazanımları önümüzdeki seçimde kaybetmemeliyiz” dediği iddia edilmiş ve bu iddia daha sonra Başkanlık tarafından yalanlanmıştı.
Ancak Cumhurbaşkanı gibi bir dakikası bile boş olmaması gereken bir yetkilinin, ilçe müftüleriyle istişareye gerek duyması da görmezden gelinecek bir durum değil.
Sistem değiştiğinden beri, Cumhurbaşkanı’nın sadece imzalaması gereken evrakların altına bir imza atıvermesi için bile hatırı sayılır bir mesai harcaması gerekiyor.
Her gün bir yerlerde konuştuğunu, icranın başı olarak her gün toplantılar yapıp, kararlar vermesi gerektiğini de dikkate alırsak, müftülere ayrılan zaman anlamlı.
Cumhurbaşkanı’nın bu toplantıda yaptığı konuşmada söylediği sözlerden bir bölüm aktarıyorum:
“İnsanlık maddi alanda kavuştuğu onca imkana rağmen manevi anlamda zemin kaybediyor. Sapıklık, ahlaksızlık ve çarpık ilişkiler bilinçli şekilde özendirilmektedir. Şimdiden harekete geçip vakitlice önlem almazsak ileride bizim de daha beter sıkıntıları yaşamamız kuvvetle muhtemeldir. Önümüzdeki günlerde Anayasa değişikliği teklifimizle sapkın akımlar tarafından tehdit edilen aile müessesesini de korumayı hedefliyoruz. Minberden de her cuma bunu işlemeniz vazgeçilmez. Zira milyonlar sizi sürekli dinlemekte. Dimdik duracağız ve bu Müslüman topluluğu birilerine yedirmeyeceğiz.”
Müftülerin cuma günleri, camilerde toplanan cemaate İslam dininin günlük hayat ile ilgili çözümlerini, öğütlerini, yasaklarını vs. anlatmalarında bir tuhaflık yok.
Kurum, zaten bu amaçla var.
Ancak, Anayasa değişikliği meselesinin, bununla bir ilgisi yok. Bu siyasi bir iş.
Erdoğan’ın Anayasa değişikliğinden söz etmesinin nedeni Anayasa’ya ayılıp, bayılması değil.
Hiçbir hükmünü takmadığı bir Anayasa’nın bir maddesinde değişiklik yapmak istemesinin nedeni siyasi.
Toplumun bir kesiminin, toplumun bir başka kesiminden hoşlanmamasını ya da nefret etmesini oya dönüştürmeye çalışıyor sadece.
Bu dünyanın her yerindeki otoriter rejimlerin kullandığı taktiklerden biri.
Bir günah keçisi bulacaksınız, onu düşmanlaştırıp, ötekileştireceksiniz ve bunun üzerinden halk kitlelerinde yarattığınız öfkeyi, siyasi güç olarak kullanacaksınız.
Yapmak istediği bu.
Müftüleri, bu siyasi adımının arkasında durmaya çağırmasındaki amaç da bu nedenle siyasi.
Müftülerden istediği, AKP – MHP koalisyonunun camilerdeki sözcülüğünü üstlenmeleri.
O zaman da Diyanet İşleri’nin daha önceki yalanlaması, aslında hiçbir şeyi yalanlamıyor çünkü bu kez bizzat iktidarın sahibi bunu müftülerden istiyor.
Bu isteğini de açıkça ifade ediyor.
Öyle görünüyor ki cami avlularının da daha da artan ölçülerde siyasi propaganda zemini olarak kullanıldığına tanık olacağız.
——————————
Tarihe öyle de geçti, böyle de!
Türkiye adalet tarihinin en yüz kızartıcı sahnelerinin yaşandığı bir cezaevi olarak tarihe geçmiş bulunan Diyarbakır Cezaevi kapatıldı ve kapısına asılan sembolik kilidin anahtarı Adalet Bakanı Bekir Bozdağ tarafından, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a verildi.
Bakan Bozdağ, “Diyarbakır Cezaevinin kapısına kilit vuran bir Adalet Bakanı olmanın şerefi bana yeter” dedikten sonra şunları söyledi:
“Bugün Diyarbakır cezaevinin kapısına kilit vuruyor ve böylelikle bir dönemin daha kötü hatıralarıyla hak ihlalleriyle anılan bir mekânı kapatmış, kapısına kilit vurmuş oluyoruz. İnşallah bundan sonraki süreç geçmişten ders alan ve geleceğe daha iyi hazırlanan bir Türkiye için burası bilim, kültür ve bir ibret ve iyilik merkezi olarak Diyarbakırlılar başta olmak üzere aziz milletimize hizmet edecektir.”
Bozdağ, “dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevinden biri” olduğu söylenen cezaevini kapattı ama benzerleri halen kendi bakanlığına bağlı olarak “hizmet vermeye” devam ediyor.
Elbette günümüz cezaevlerinde, 12 Eylül’ün Diyarbakır’ında yaşananlar tekrarlanmıyor ama kötü muamelenin kökünün kazındığını söyleyecek kadar da saf değiliz.
Diyarbakır Cezaevi nasıl hukuksuzluğun, emir altındaki yargının, haksız – mesnetsiz hükümlerin bir sembolü idiyse, bugün de o türden cezaevlerinin sayısının hiç de az olmadığını söylemeliyim.
Sırf siyasi görüşleri nedeniyle haklarında yazılan uyduruk iddianamelerle Silivri’de, Sincan’da, Edirne’de ve diğer başka kentlerde hapiste tutulanları unutmayalım.
Tabii hâkim ilkesinin bile fütursuzca çiğnendiği, duruşmalardan önce hakimlere ne yönde karar vermeleri gerektiğinin telkin edildiği, beğenilmeyen kararları veren yargıçların sürgüne gönderildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Anayasa’nın açık hükmüne rağmen AİHM ve AYM kararlarına uymamakta direnen hakimler, bunu hukuk bilgisizliklerinden değil, iktidardan aldıkları talimatlar nedeniyle yapabiliyorlar.
Bozdağ tarihe “Diyarbakır Cezaevini kapatan bakan olarak geçecek” elbette, bu doğru.
Ancak unutmasın ki bütün bu hukuksuz kararların verildiği, masum insanların hapse atıldığı dönemin bakanı olarak da hatırlanacak.
Türk adalet tarihinin onu sitayişle anmayacağını bugünden söyleyebilirim.
“Kul hakkı” meselesine ise girmeyeceğim, onun hesabını nerede vereceğini imam hatipte öğretmiş olmalılar.
——————————–
