Öyle görünüyor ki Türk adliyesi “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” atasözünü kanıtlamak için örtülü bir seferberlik ilan etti.
Bu kanaate varmama neden olan tek şey, Fatih Altaylı’nın “söylediği bir sözle Cumhurbaşkanına fiili saldırı yapmaktan” suçlu bulunması değil.
Böyle bir örnek dava daha sürüyor; durun bakalım ne olacak?
Gazeteciler Şule Aydın, Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Timur Soykan bu dava için geçen hafta bir kez daha hâkim karşısına çıktılar.
Davanın açılmasına neden olan yayın, 8 Ekim 2024 tarihinde Halk TV’de yayımlanan “Şule Aydın ile Kayda Geçsin” programı.
Murat Ağırel, TÜİK verilerine dayanarak Türkiye’den İsrail ve Filistin’e yapılan ticaretin rakamlarını paylaşmış ve bu durum eleştirilmiş.
Savcının iddiasına göre TÜİK verilerini paylaşmak “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen paylaşmak” oluyor ki bir an için ben de tereddüt ettim.
Malum bu kurum özellikle enflasyon rakamlarının manipülasyonuyla suçlanıyor ki emekli maaşıma aldığım düşük zamlardan ben de kendilerini sorumlu tutuyorum.
Dava neden “halkı yanıltıcı bilgiyi üreten” TÜİK’e açılmamış da TÜİK rakamlarını açıklayan gazetecilere açılmış, bunu pek kavrayamadım.
Bildiğimiz kadarıyla bu istatistikler “devletin gizli bilgisi” de değil.
Davanın neden açıldığını kavrayabilmem için Semra Pelek’in davanın son duruşmasıyla ilgili haberini Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin sitesinde okumam gerekti.
Programda Murat Ağırel ve Timur Soykan “Siyasal İslamcılar yeşile tapar” demişler, Adliyemiz de buna sinirlenmiş.
İddianameye göre “Siyasal İslamcılar yeşile tapar” demek “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçunu oluşturuyor.
Bu suçun oluşması için “fiilin kamu düzenini bozmaya elverişli olması” şartı da var ama savcı belli ki bunu o kadar da dikkate almamış.
Kim bilir, belki savcının kanunun ilgili maddesini sonuna kadar okuyacak vakti yoktu; malum Silivri insan almaz hale geldi, sanıklar duruşma salonlarına sığamayacak kadar arttı.
Öte yandan “Siyasal İslamcılık” bir din değil; sanırım bunda hepimiz hem fikir olabiliriz.
İslam öğretisi ile hiç ilgisi olmayan bir siyasi akım bu.
Adının Siyasal İslam olmasının nedeni takipçilerinin Müslüman olması değil, Müslümanmış gibi davranmaları.
Bu açıdan bakınca böyle bir kanun maddesinden açılan davanın asıl sanıkları da onlar olmalı zaten.
Bir tek önek vereceğim ama örneklerin sayısını çok arttırabileceğimi herkes biliyor.
Mesela İslam dini “kul hakkı ile karşıma gelme” diyor, Siyasal İslamcılar bunu takmıyor.
Bakara Suresi’nde bu konuyla ilgili çok ayet var.
Oysa Siyasal İslamcılar için ise “her Cuma Bakara Makara sallıyorum gidiyor” ilkesi geçerli.
Hatta bunu yapanı, ödüllendirip Büyükelçi bile yapıyorlar.
Haberi okurken her halde savcıların çok yoğun oldukları bir ana denk gelmiş ki böyle bir iddianame çıkmış diye aklımdan geçirdim.
Yoksa elbette savcılar da biliyorlardır ki İslam dini başka, Siyasal İslamcılık başka.
Karar gazetesinin Ankara Temsilcisi Yusuf Ziya Cömert’in dünkü yazısının başlığıyla tarif edecek olursam Siyasal İslamcılar, “dini canlı kalkan olarak kullananlardır” diyebilirim.
Cömert şöyle yazmış:
“Politikada Müslümanlığı canlı kalkan olarak kullananlar belki nazik bedenlerini korumaya muvaffak oldular. ‘Beka’larını muhafaza ettiler.”
Durum gerekte bundan ibarettir!
———————————-
Kutladı ama heyecanlanmayın, bizi değil!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nü kutlayan bir mesaj yayınladı.
Tek başına bir ülkeyi yönetirken bir yandan da günde en az iki yerde konuşmak isteyen Erdoğan gibi bir insanın onca meşguliyetinin arasında, oturup bu mesajı kendisinin yazdığını düşünmüyorsunuzdur umarım.
Bin odalı sarayının farklı odalarına dağılmış, sayısı devlet sırrı gibi saklanan danışmanları var. Onların vakti yoksa İletişim Başkanlığı var; birisi oturup eski kutlamalarda ne yazıldığına bakıp, mesajı yazıp “sallamıştır”.
Onun için Cumhurbaşkanı da insan hakları gününü kutladı diye sevinip, tuhaf fikirlere kapılmayın; aman diyeyim akıllı olun. Ağzınızdan çıkana, kaleminizden dökülene mukayyet olun.
Nitekim Cumhurbaşkanı adına yayınlanan mesaj da sizi ilgilendirmiyor.
“Beyannamede münderiç kural ve ilkeler dünyanın birçok bölgesinde ihlal edilmekte; barış ve adalet gibi kavramlar sürekli irtifa kaybetmektedir” diyor.
Daha çok Gazze, işgal altındaki Filistin toprakları, Sudan, küresel ırkçılık, İslam düşmanlığı, yabancı karşıtlığı konularına odaklanmış bir mesaj bu.
Kutlama cümlesi biraz uzun:
“Milletimizin, kardeşlerimizin ve tüm insanlığın 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nü bir kez daha kutluyor; bu önemli günün Gazze, Filistin ve Sudan başta olmak üzere, tüm dünyaya barış, huzur, istikrar ve adalet getirmesini can – ı gönülden temenni ediyorum.”
Gördüğünüz gibi bu uzun cümlede bizi ilgilendiren bölüm bir kelime ile sınırlı!
Oysa şu anda sahip olduğu yetkileri kullanarak memleketimize “barış, huzur, istikrar ve adalet” getirebilirdi, bunu “can – ı gönülden temenni etmesine” gerek yoktu.
Bir işareti bile Valilerin, polis müdürlerinin, hakimlerin, savcıların kendilerine çeki düzen vermesine yeterdi.
“Beyannamede münderiç kuralları ihlal edeni yakarım” deseydi, iş biterdi.
Ama demedi, demiyor, demez de zaten.
Acaba Türklerin de böyle haklardan yararlanabilmelerini istemesi için hep birlikte toparlanıp, ikinci büyük Türk göçüne mi kalksak?
Filistin’e taşınalım diyeceğim ama oraya sığamayız.
Sudan desem çok sıcak ve susuzluk var.
Orta Asya’ya geri dönmeyi aklımdan bile geçirmem, dilimi ısırırım.
Şu fani dünyada insan haklarından kendi ülkemizde yaşarken yararlanabilmenin bir yolunu bulmamız gerekecek; Türk olmak gerçekten ne kadar zormuş!
—————————–
