Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Polis şiddetinin ardındaki korku

Polis şiddetinin ardındaki korku

Cumartesi günü İstanbul’da küçük çaplı bir faşist gösteri yaşandı.

Bir grup polis, başlarında amirleri olduğunu varsayabileceğimiz ama televizyon dizilerindeki şehir eşkıyalarına benzeyen kılıklardaki tiplerin yönlendirmesiyle, vatandaşlara aşırı şiddet uyguladı.

İzlediğim videolardan biri sanırım Cihangir’de çekilmiş.

Bir kafede oturmakta olanlara önce o eşkıya kılıklı olan tipler sataşıyor.

Her medeni insan, böyle bir duruma itiraz eder; nitekim kafede oturan bir genç erkek de itiraz ediyor.

Bir kafede oturmanın nesi suç olabilir?

Derken o tiplerden birinin sesi duyuluyor: “Alın bunu!”

Bu emir üzerine polisler genç erkeğin üzerine çullanıyorlar, yere yatırılıyor, ters kelepçe filan.

İnsani gelişmesini henüz tamamlamamış olduklarını varsaydığım bir iki “görevlinin” tekmesi de işe karışıyor tabii.

“Polis amiri” demeye dilimin varmadığı o kılıksızın “bu” diye aşağıladığı kişi, ülkenin vatandaşı.

Hakları var; Anayasa ve yasalar tarafından korunan haklar bunlar.

Ama görüyoruz ki kendinde böyle yetki vehmeden birisi, bu haklar yokmuş gibi davranabiliyor, itiraz  edeni de yerlerde sürükletip, tekmeletebiliyor.

Faşist gösteri derken bunu kast ediyorum.

Bu tür kelimeleri ayağa düşürmemek için dikkatli kullanmak gerektiğini de biliyorum.

Onun için “faşizm deneyimi” demedim, “faşist gösteri” şimdilik karşılıyor bunu.

Çünkü en azından bu olayı videoya çeken gazetecilere bir şey yapmıyorlar.

Gerçi AFP muhabiri Bülent Kılıç o kadar şanslı değilmiş, yere yatırılıp, boynuna basılarak öldürülmeye de çalışılmış ama hayatta kalabilmiş.

Şikayet üzerine söz konusu gözaltı işlemini yapan polisler için soruşturma açılmış ancak amirlerinin o polisleri kanlarının son damlasına kadar savunacaklarını biliyoruz.

İşkence ve kötü muamele büyük ölçüde sistematik bir uygulama olmaktan çıktı sayılır ancak amirlerin işkenceci polisleri koruması sistematik bir uygulama olarak devam ediyor.

Nitekim İstanbul Emniyeti’nin açıklamasında bunun ayak izlerini takip edebilirsiniz:

“Yasak kararına uymayarak yürüyüş yapmakta ısrar eden LGBT’li gruplar görevlilerimizce defaatle uyarılmışlardır. Ancak; yapılan tüm uyarılara rağmen görevlilere mukavemette bulunarak karşılık veren gruplar arasından 46 şahıs yakalanmış ve haklarında yasal işlem başlatılmıştır. Yasadışı gösterinin engellenmesi esnasında mukavemet gösteren grupla birlikte yakalananlar arasında maalesef basın mensubu Bülent Kılıç’ın da bulunduğu tespit edilmiştir. Adı geçen basın mensubu; Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde işlem yapıldığı sırada, kendisinin basın mensubu olarak görevli olduğu ve ilgili personellerden şikâyetçi olduğunu beyan etmesi üzerine ifadesi alınarak serbest bırakılmıştır. Konuyla ilgili soruşturma başlatılmıştır.”

İstanbul Emniyeti de aslında bilir ki toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak hakkı “izinle” ilgili değil.

Bu konuda sayısız AİHM ve AYM kararı birikti.

Ama emir belli ki yukarıdan geliyor ve Emniyet de arkasını buna dayayarak vatandaşa eziyet etmeyi, görevini yerine getirmek zannediyor.

Polisin görevi huzuru korumak; göstericiler taşkınlık yaparsa onları, dışardan göstericilere saldırı olursa saldırganları durdurmakla sınırlı.

Ancak Gezi’den beri Erdoğan rejiminin bu tür gösterilere tahammülü yok.

Her otokrat rejimde olduğu gibi bizde de rejim, insanların itirazlarını yüksek sesle dillendirmelerinden korkuyor.

En masum sokak hareketinin bile aşırı şiddetle bastırılmaya çalışılmasının nedeni bu.

Yani vatandaşlara karşı girişilen bu tür şiddet gösterileri, “polisin içine sızmış bir kaç sadistin işi” değil, rejimin talimatıyla yerine getirilen bir görev bu.

Ve Anayasa’ya, AİHM ve AYM kararlarına rağmen sistematik hale gelmiş bir uygulama.

Çift taraflı çalışıyor: Bir yandan muhalefeti ezmeye, sindirmeye, sesini çıkaramaz hale getirmeye yararken, diğer yandan da tek derdi düzenini korumak olanların da korkularını besleyerek kendine destekçi kitle yaratıyor.

—————————-

Mafyalaşmanın nedeni

Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, dün bir sempozyumda “hukuk devletinde adaletin yegane adresi mahkemelerdir. Mahkemelerin adalet arayışına cevap veremediği, bağımsız ve tarafsız yargılama ilkelerine uygun bir şekilde uyuşmazlıklara çözüm üretemediği bir yerde hukuk dışı arayışların ortaya çıkması kaçınılmazdır” dedi.

Türkiye’de mafyanın nasıl olup da cirit atabildiğini, mafya – siyaset – iş hayatı üçgeninin nasıl olup da böyle pervasızca kurulabildiğini merak edenler için pratik bir yanıt olsun diye köşeme aldım.

İyi yapmış mıyım Süleyman Bey?

—————————-

Bu konuşmaları kim yazıyor?

Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarını kim yazıyor, bilmiyorum. Kendisinin yazmadığını, yazamayacağını biliyorum ama.

Zaten Saray’ın bin odasının önemli bir bölümü de bu işi yapacak danışmanlarla dolu.

Bir de Fahrettin Bey var tabii. Muhalefet liderleriyle twitter’da çene yarıştırmaktan fırsat buldukça o da yazıyor olabilir.

Cumhurbaşkanı, dün böyle önceden yazılıp, prompter adı verilen “elektronik suflöre” yüklenmiş bir konuşma yaptı.

Daha önce de yazmıştım, Erdoğan’ın konuşma üslubundan, bazı kelimelere yaptığı vurgulardan ve genel olarak da ses tonundan hazzetmediğim için dinlemiyor, okuyorum.

Bu kez konuştuğu yer Türksat 5A uydusunun hizmete alınması töreni.

Belli ki konuşmayı yapanın da başı çağımızın gelişmeleriyle pek hoş değil, orta okul kompozisyon ödevi tadında bir konuşma yazılmış.

Artık ilkokula giden çocuklarının bile bildiği şeyler tekrarlanıyor.

Mesela: “Demokrasi dediğimiz olgu bir meydanda toplanan insanların şehrin sorunlarını tartışması ve karara bağlamasıyla ortaya çıkmıştır.”

Ya da: “Bugün dört bir yanda 100 binlerce insan dijital altyapı sayesinde anında bir araya gelebiliyor.”

Buna ne dersiniz: “Bizim gençliğimizde bugün cep telefonu veya bilgisayar ekranı üzerinde birkaç tuşa basarak gerçekleştirdiğimiz işlemler için saatlerce, günlerce, haftalarca hatta aylarca, yıllarca uğraşmak gerekiyordu. İnsanların birbirleriyle iletişimi, buluşması, görüşmesi, konuşması için belli imkanlara ve programlara ihtiyacı vardı. Bugün cep telefonu ve üzerindeki uygulamalarla saniyeler içinde dünyanın her köşesindeki insanlarla iletişime geçmek mümkün.”

Ve kimsenin bilmediği bir bilgiyi de bizimle paylaşıyor: “Ülkeler ve toplumlar arasında ciddi adaletsizlikler söz konusudur. Bireyler dijital çağın her imkanından sonuna kadar kimi yerlerde faydalanıyor. Kimi yerlerde ilkel dönem şartlarında hayata tutunmaya çalışan topluluklar vardı.”

Bu nedir Allah aşkına?

Koskoca TC’nin Cumhurbaşkanı okusun diye eline bu metni mi verdiniz?

Yahu bu bir kompozisyon ödevi olsa on üzerinden 5 ya alır, ya almaz.

Bunun bir tek nedeni var: Cumhurbaşkanı, yerli yersiz, gerekli gereksiz her yerde, her gün konuşuyor.

Dünyada onun kadar konuşan bir ikinci devlet başkanı var mıdır bilmiyorum ama Batı medyasından izleyebildiğim kadarıyla medeni devletlerde böyle bir adet yok.

Her gün en az 1, bazen 2 – 3 konuşma yapıyor.

Merak ediyorum, ne zaman çalışıyor?

Gerçek çalışmadan söz ediyorum, masanın başına oturup “anlatın bakalım neler oldu” muhabbetinden değil.

O kadar çok konuşuyor ki konuşmalarını yazanlar sürmenaj geçiriyorlar, işi evdeki çocuklarının kompozisyon ödevlerini kopyalamaya kadar da vardırdılar.

Saray’daki çift maaşlıların bunu kendisine söyleyecek cesareti bulabileceklerini zannetmediğim için görev bana düşüyor: Az konuşun, öz konuşun ki söyledikleriniz içi dolu cümleler olsun. “Laf olsun testi dolsun” diye konuşmak, bir Cumhurbaşkanı için hoş olmuyor!

—————————–