Sayın Cumhurbaşkanı, yanılma kontenjanınız doldu!
Lütfen bu kez kulağınızı ve gözünüzü açın. Türkiye’deki insanları ikiye bölmekten, birbirlerine düşman etmekten kimin çıkarı olabilir?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, etrafındaki yalaka sürüsünü değil de mesela benim gibi her hangi bir çıkar beklemeden kendisini uyaranları dinleseydi, bugün çok daha iyi bir konumda olabilirdik.
Ama dinlemedi! Dinlemediği gibi bana çok kızdı da.
Mesela bu Fetullahçılar konusunda zamanında onu çok uyardım.
Asla dinlemedi. Dinlemediği gibi, ne dediysem tam tersini yaptı.
Gitti Zekeriya Öz’e otomobilini verdi, çetenin başına övgüler düzdü, ne istediyse verdi, devleti onlara teslim etti.
“Yapma, etme, bunlara uyma” dedim, dinlemedi.
Sonunda gerçeği gördü ama kaç vatandaşımız onun gerçeği geç görmesi nedeniyle tank paletlerinin altında ezildi, alçakların kurşunlarıyla hayatını kaybetti. Yazık olmadı mı?
Sonra çıktı, “Allah ve millet beni affetsin” dedi ama şehitleri geri getirebiliyor mu?
PKK konusunda da dinlemedi.
Kaç kere yazdım: Bu sorun demokratik zemin içinde çözülmeli ama bunun yolu PKK’ya göz yummak değildir diye.
Beni yine dinlemedi. Dinlemediği gibi gitti valilere, askere emir verdi: “Bulaşmayın” diye.
PKK bundan istifade kentleri cephaneliğe çevirdi ve sonunda olan gariban insanlara oldu.
Birçok can yitirildi, kentler yıkıldı. Bunun için af dilemedi ama “yanıldım” dedi.
Oysa beni dinlese, asla yanılmayacaktı.
Suriye işinde de böyle oldu.
“Camdan bir evde oturan, komşusuna taş atmaz” dedim, dinletemedim.
Beni dinleseydi, şu kadar milyon Suriyeli şimdi evini barkını kaybetmiş olmayacaktı. Sınırımızda çok yakındığı “terör koridorunu” konuşmuyor olacaktık.
Şimdi bir kez daha uyarıyorum: Devlet Bahçeli, sizi yanlış bir yola sürüklüyor.
Bunlar 12 Eylül’den önce de kendilerini birilerine kullandırdılar, Türkiye askerî darbeyle yıllarını kaybetti.
Neredeyse bir kuşak yetişmiş insanımızı kaybettik.
Bakın açık söylüyorum: Yanılma kontenjanınız doldu!
Lütfen bu kez kulağınızı ve gözünüzü açın.
Türkiye’deki insanları ikiye bölmekten, birbirlerine düşman etmekten kimin çıkarı olabilir?
Yarın sabah namazından sonra, bunu tekrar düşünmeye ne dersiniz?
Cumhurbaşkanı’na bu gecikme yakışmadı
Bir Cumhurbaşkanımız var. Seçimle işbaşına geldi. Seçildiği gece balkonda “herkesin Cumhurbaşkanı olacağına” söz verdi.
Sözü boş verin, Anayasa gereği göreve başlamak için de bunun üzerine yemin etti.
Milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacak, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından yararlanması için çalışacak vs.
Uzun lafın kısası, o sıfatı taşıması, bu ülkede yaşayan her bireyi temsil ediyor olması demek.
Zaten savcılarımız da Cumhurbaşkanı’nı “dünyanın en çok hakaret edilen devlet başkanı” yarışmasında lider pozisyona sokan davaları bu gerekçeyle açıyorlar.
Ama bir sorun var ki Cumhurbaşkanı, görevinin bu yönüyle ilgili değil.
Partili bir Cumhurbaşkanı olarak kendisine oy vermeyenleri yok sayma eğiliminde sanki.
Önceki gün Türkiye’nin ana muhalefet partisinin liderine bir linç girişimi oldu.
Bekledim ki Cumhurbaşkanı, hemen ortaya çıksın, konuşsun!
Ki konuşmayı da çok sevdiğini biliyoruz.
Her fırsatta konuşuyor, bazen günde iki, üç yerde konuşuyor. Her konuşması televizyonlardan canlı yayınlanıyor.
Bekledim ki daha üç hafta önce Türkiye’deki seçmenin üçte birinin oyunu almış bir partinin liderinin uğradığı saldırıyı şiddetle kınasın.
Sevdikleri siyasi lider saldırıya uğradı diye üzülen, kalbi kırılan, ümitsizliğe kapılan insanlara el uzatsın.
Onların duygularını paylaştığını göstersin.
Heyhat!
Konuşmak için 24 saat bekledi, konuştuğu da incir çekirdeğini doldurmaz, lütfen yapılmış bir açıklama.
Ne diyeyim bilmiyorum? Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na yakıştı mı?
Milletvekilleri bir gün Meclis’e sahip çıkarlar mı?
Bugün 23 Nisan. Normal olarak çocukluğumdan beri bunu söyledikten sonra “neşe doluyor insan” diye devam ederdim. Niye bilmiyorum, zihnime öyle yerleşmiş işte.
İşin ilginci çocukluk yıllarımda gerçekten de neşe ile dolduğumu da hatırlıyorum.
Önemini tam olarak kavrayamıyor olsam da o yıllarda da bu tarihin çok özel bir anlamı olduğunu biliyordum.
Büyüdükçe daha çok idrak ettim.
Topyekun işgale ve çok uluslu bir saldırıya maruz kalmış bir halkın kurtuluş mücadelesini verirken, bu mücadelenin meşruiyetini bir halk meclisi ile araması çok rastlanır bir örnek değil.
Bugün de bir Meclisimiz var.
Meşruiyeti, serbest seçimler ile iş başına gelmesinden kaynaklanıyor.
Gerçi artık Kurtuluş Savaşı’nı yapan Meclis kadar güçlü değil ama yine de biz vatandaşları temsil eden bir Meclis var.
Milletvekili sıfatı, adı üzerinde çok önemli bir sıfat.
Peki seçilerek gelip, Meclis sıralarını dolduran milletvekillerimizden kaçı bu sıfatın öneminin farkında?
Kaçı kendisini seçmenlerine karşı sorumlu hissediyor?
Üzülerek yanıt vermeliyim ki çok azı!
Çünkü seçilip, o sıfatı kazanmalarını seçmenlerine değil, tek bir seçmene, partinin liderine borçlular.
Onun için kapalı kapılar ardında liderlerine, üyesi oldukları partinin politikalarına karşı her şeyi söyleyebiliyorlar ama seslerini açıkça yükseltemiyorlar.
Parlamenter sistemimiz varken de böyleydi, şimdi başkanlık sisteminde de böyle.
Sistemimizin doğru dürüst işleyemiyor olmasının nedeni, yasama organını oluşturan milletvekillerinin “emir eri” konumunda olmaları.
Bu durum, günün birinde değişecek ise yine o Meclis’teki milletvekillerinin oylarıyla olacak.
Bunun için ne kadar beklemeliyiz?
Hangi milletvekili, sahip olduğu sıfatın hakkını vermeye hazır?
Milletvekilleri aynaya bakıp şu soruyu sorsunlar kendilerine: Ben değilsem kim? Şimdi değilse, ne zaman?