Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Severek ayrılalım, aşka hasret kalalım

Severek ayrılalım, aşka hasret kalalım

Orhan Gencebay’ın “Bir teselli ver” albümündeki ikinci en güzel şarkı, bana göre tabii, “Severek Ayrılalım” idi.

Gerçi daha sonraki “Yorgun Gözler” ile yarışamaz ama Gencebay’ın “vaz geçelim bu sevgiden” sözlerini okurken ağlamaklı bir ses tonunu yakalamaya çalışması bence efsanedir!

O yıllarda daha lise birde olmalıyım, belki de orta üç. Cumartesi öğleden sonra bayrak törenini müteakiben hızla yatakhaneye koşar, kendimize göre cicilerimizi çekip, saçları ıslatıp, paramız bitmemişse önce köfteciye ardından da sinemaya koşardık.

Harçlıkları tükettiysek sinemada leblebi – kuru üzüm – gazoz ile kifaf – ı nefs eylerdik! Vazgeçilmez olan sinemaydı, belki okuldaki kızlardan birini (herkesin kendine göre sinemada görmeyi hayal ettiği o çok özel olan kızı) görme fırsatını da yakalama ümidiyle!

O yıllarda moda olan şarkının bir filme ismini vermesi ve fon müziği olması şipşak bir işti.

Nitekim Severek Ayrılalım da bir filme fon müziği oldu, bu gözler sinemada o filmi de seyretti.

Detayları hatırlamıyorum ama Hülya Koçyiğit, kocasını kaybedince amcasının kızı Semra Sar’ın evine taşınıyor, orada Semra Hanım’ın kocası rolündeki Cüneyt Arkın ile yasak aşk yaşıyor.

Böyle bir şeydi işte, aradan çok zaman geçti, hatırlıyor olmamın nedeni Semra Sar’ı o yıllarda beğeniyor olmamdı. Zarif bir yüzü vardı.

Şarkıda şöyle bir bölüm vardı:

“Severek ayrılalım / Aşka hasret kalalım / Eğer mutlu olursak / Yeniden barışalım.”

Düşünün, o yıllardan beri şarkının bu sözlerindeki gizli anlamı çözmeye çalıştım ama o felsefi derinliğe bir türlü ulaşamadığım için olsa gerek bir sonuca varamadım.

Birbirimizi çok seviyoruz, bu yüzden aşka hasret kalmak için ayrılmaya karar veriyoruz, baktık ki çok mutlu oluyoruz, haydi yeniden barışıp, kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Aradığımız şey mutlu olmak mı, mutsuz olmak mı?

Bilmiyorum size de tuhaf bir ruh durumu gibi geldi mi?

Emin olun bu bilmeceyi çözmek için çok uğraştım.

Severek ayrılıyorlar ki sevgileri bitmesin!

Çünkü belli ki ilişkide yürümeyen bir şeyler var ve bunu sürdürmeye çalışmak o eşsiz sevginin zarar görmesine neden olacak.

Onun için “hadi” diyorlar, “sevgimizi öldürmeden ayrılalım.”

Böylece birbirini seven iki kişi, yeni bir mutluluk arayışıyla sepetleri kola takıyor ve herkes kendi yoluna gidiyor.

Ancak ayrıldıktan sonra mutluluğu yakalama halinin, birbirlerine karşı duydukları sevginin özüne yönelik bir tehdit içerdiği de anlaşılıyor.

Öyle ya; başkasının sevgisiyle de mutlu olabiliyorsam, sevgimi korumak için ayrıldığım sevdiceğime duyduğum sevgi bitmiş mi oluyor?

Sevgi bitmediyse ihanet etmiş mi oluyorum yoksa sevgi bittiğine göre “kendi bedenim, kendi kararım” mı oluyor?

İyi de hani biz sevgimizi korumak için ayrılmıştık?

O zaman yeniden bir araya gelmemiz gerekiyor ki başkasına duyulan sevginin verdiği mutluluk bitsin, tekrar eski sevgiliyle bir araya gelmekten kaynaklanacak sorunlar zirve yapsın!

Bilemiyorum, Orhan Abi, böyle bir düşünceyle mi bu şarkı sözünü yazmıştı?

Benim için yıllardır çözülmemiş bir bilmece derken haksız mıyım, siz çözebildiniz mi?

Tabii şarkının mesajları burada bitmiyor.

Buyurun dinleyelim:

“Sevmemiştim kimseyi / Seni sevdiğim kadar / Çekmemiştim kimseden / Senden çektiğim kadar.”

Sevgisini kimselerle kıyaslayamadığımız bir insanın, bize “en çok çektiren” olmasından daha normal bir şey olamaz zaten.

Sevdiğimiz için katlanırız.

Sevdiğimiz için çekeriz.

Sevmiyorsak yaptıklarına, ettiklerine, sözlerine vs. neden katlanalım, huysuzluğunu neden çekelim?

Karşılıklı çıkarlara dayalı “seviyeli” bir ilişkiden değil, sevgi temelli bir ilişkiden söz ediyorum, belirtmeme gerek yok ama yine de söyleyeyim dedim.

Dikkatli okuyucular nereye varmak istediğimi anladılar sanırım, geçen haftadan devam ediyoruz!

Charlize Theron’dan duyduğum bir şeyi aktaracağım.

Hayır, plajda uzanırken kulağıma fısıldamadı tabii, gerçi ben öyle olmasını tercih ederdim ama kısmet değilmiş.

Şöyle diyor: “Dürüst olmak gerekirse bütün erkek arkadaşlarım çok emek isteyen, zor insanlardı. Belki de erkekler konusunda beğenilerimi değiştirip yeniden denemeliyim.”

Bu konuda kendisini desteklediğimi buradan açıklamam gerek.

Evet, yeniden denemenizde yarar var Miss Theron, bana direk yürüyebilirsiniz.

Ancak şunu da söylemek zorundayım ki bana da emek vermeniz gerekecek! Tıpkı benim size vereceğim gibi.

Çünkü karşılıklı “emek vermeden” bir ilişkiyi yürütmek mümkün olamaz.

Her kadının ve her erkeğin, sevgilisinden beklemeye hakkı olan bir şeydir bu.

Eğer bu zahmetlere değmeyeceğini düşünüyorsanız, yapmanız gereken o klasik konuşmayı yapmaktır: “Bak tatlım, sen benden daha iyilerine layıksın!”

Aşıklar kavuşana kadar birbirlerine özen gösterirler.

Yaptıkları bir davranışın, söyledikleri bir sözün nereye gideceğini hesaplarlar.

Bu konuda hesaplılık ayıp değildir, sevilen kişinin yüceltilmesini sağlar, ulaşılmazlığını vurgular.

Erişilmez olanı elde etme isteği, tutkuyu iyice alevlendirir.

Kavuşmayı takip eden birlikte yaşama süreci, aşk yüzünden (aşkın gözünün kör olduğu sözünü hep hatırlayın) görülemeyen kusurların da ortaya çıkmasına neden olur.

Alışkanlıklar eski özenin gösterilmesini engeller.

O güne kadar kusurlarını görmediğiniz, diğerlerinden farklı olduğunu zannettiğiniz insanın aslında “sıradan bir fani” olduğunu anladığınız anda da aşkın bitiş süreci başlar.

“Zülfün zülfün dediğim, meğer saçının teliymiş” sözündeki gibi yani.

Yücelttiğiniz varlık artık gözünüzde ağır bir yüke dönüşmektedir.

Artık hoşunuza gitmeyen, hatta belki de kıyı kıyı sinirinize dokunmaya başlayan birisine niye özen gösteresiniz?

Aşk, iki cins arasındaki gerilimden beslenir.

Erkeklerin “avcı”, kadınların “toplayıcı” olduğu dönemlerden kalan bir gerilimin uzantısı mıdır? Belki de!

Jared Diamond yazmıştı, ama şu anda bulunduğum yerde o kitaba ulaşma olanağım yok, evde kaldı, tam kaynağını belirtemiyorum.

Avcı erkeklerin kabileye sağladığı toplam kalori ile toplayıcı kadınların kabileye sağladığı toplam kaloriyi karşılaştırıyor ve erkeklerin esasen boşuna av peşinde koştuklarını kanıtlıyor.

Erkekler de kadınlar gibi toplayıcı olsalar, kabile daha yüksek bir beslenme düzeyine çıkacak ve kim bilir belki de yazıyı ilk onlar keşfedeceklerdi.

Bunu okuduğumda kendimden kuşkulanmaktan vazgeçtim.

Erkekler bir bahane uydurup gezmek istiyorlar, bunu anladım.

O yıllarda “ava gidiyoruz” diyorlarmış, şimdi “arkadaşlarla iki tek atıp geleceğiz” diyorlar.

Muhtemelen o yıllarda da kadınlar ava giden erkeklere sinir oluyorlardı, günümüzde de “arkadaşlarla takılan” erkeklere sinir oldukları gibi.

Sinir olmuyorlarsa tilkinin kuyruğundaki kızıllıktandır, onu da başka bir sefere anlatırım.

Kadınlarla erkeklerin birbirlerine âşık olmasının sebebi esasen bu gerilimdir.

Tıpkı ayrılmalarının sebebinin de bu olduğu gibi!

“Vuslat” gerçekleşmeden önce, yüceltme sürecinde böyle bir cinsel gerilim vardır.

Gerilim, kavuşmayla azalır.

Bir köylünün Bedri Rahmi’ye yaptığı “seversin, kavuşamazsan aşk olur” tanımlaması bu nedenle bilgece söylenmiş bir cümledir.

Destanlara konu olan aşklar böyle aşklardır.

Kavuşma olmaz.

Kavuşma, kafada yüceltilenin gerçekte kim olduğunun ortaya çıkmasına yol açar.

Sonu mutlu biten aşk hikayelerinin kahramanlarının ne durumda olduğunu hiç bilmiyoruz.

Kavuşamayan Leyla ve Mecnun’un sonlarından haberimiz var ama Kurbağa Prens ile onu öpüp yeniden insan haline getiren prensesin sonları ne oldu acaba?

Sinderalla ile Prens, Katedral’deki o muazzam düğünün ardından çıktıkları balayından kavga ederek dönmüş olamazlar mı?

Yoksa o beklenen büyük vuslat gerçekleştikten sonra yaşananların anlatılmaya değer bir yönü yok muydu?

Wİlliam Blake, Bedri Rahmi’nin köylü arkadaşıyla aynı fikirde: “Ancak söylenmemiş aşklar, aşktır!”

———————————