Polis birliklerinin orta çağdaki kale kuşatmalarına benzer bir operasyonla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın konutunu zapt edip, Ekrem İmamoğlu’nu “sorguya” götürmelerinden iki gün sonra bu köşede yayınlanan yazımın başlığı “Erdoğan ‘bu kadarı yeter’ diyebilir mi” idi.
Şöyle yazmıştım:
“İşleri bu noktaya getirdikten sonra tam da bugün sormamız gereken soru bu: Erdoğan nerede durabilir? Durabilir mi?
Bu noktadan sonra daha ileri gitmeyecekse, buraya kadar yaptıkları çok saçma.
Normal şartlar altında kendisine çok zarar vereceğini bildiği bir şeyi yapıp, orada durmak hiçbir “müdebbir otokratın” yapmayacağı, yapamayacağı bir şey.
İmamoğlu’nu seçime sokmayıp, Mansur Yavaş ile yarışmayı mı göze alacak?
Sanmıyorum.
Bir çorap da onun başına örmek isteyeceklerdir ve Türkiye’de adalet sisteminin bugün geldiği noktada bunu yapmak çok kolay.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde geçmiş dönemlerde yapılmış ve müfettişlerin inceleyip savcılığa gönderme kararı verdiği dosyaları sumen altına atıp, İmamoğlu ve ekibi için soruşturma yapıyorsanız niyetiniz ve savcılığın hangi amaçla faaliyet gösterdiği zaten belli demektir.
Aynısını Ankara için de yaparlar, kuşku duymayın.”
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ABB Başkanı Mansur Yavaş hakkında soruşturma izni istediği 10 Ekim gecesi yazımda söz ettiğim noktaya da gelmiş olduk.
Bir falcılık olarak görülebilir belki ama bundan sonrası İmamoğlu vakasındaki gibi hızlı yürümeyecektir.
Daha ağır yürüyen, sonuçlarını seçime yaklaşırken göreceğimiz bir yargı operasyonu yapılacağını düşünüyorum.
Çünkü bütün bunların tek bir amacı var: Ana muhalefetin Erdoğan’ın karşısında kaybedebilecek bir aday ile seçime girmesini sağlamak.
İmamoğlu olayındaki gibi hızlı bir operasyon icra edilirse muhalefete yeni bir aday bulmak için zaman tanınmış olur ki bunu istemez.
Halkımızın bu tür siyasi mühendislik çabalarına hoş gözle bakmadığını, Yavaş’ı da İmamoğlu gibi devre dışı bırakma operasyonunun ters tepeceğini söylemek de mümkün tabii.
Ancak bunun için serbest seçimin yapılabiliyor olması gerekir.
Serbest seçim diyorum; Rusya, İran, Çin, Suriye, Orta Asya diktatörlükleri gibi yerlerdeki seçimlere benzemeyen bir seçim.
Peki önümüzdeki genel seçim, gerçekten bildiğimiz anlamda bir serbest seçim olabilecek mi?
Serbest seçim demek, önce isteyen herkesin aday olabilmesi demek ki adayları bu yolla tasfiye etmek bu şartı zedeliyor.
Serbest seçim, serbest propagandayı da gerektirir ki Türkiye’de artık sabah vakti kapınızı polisin mi jandarmanın mı çalacağını kestirebilmeniz mümkün değil.
En dostça eleştiri bile hakaret sınıfına sokulup insanların hapse gönderilmesine yetebiliyor.
Serbest seçimin bir diğer şartı bağımsız hakimlerin gözetiminde yapılabilmesi ki giderek o noktadan da hızla uzaklaştığımızı düşünmemiz için çok neden var.
Bütün bunlara rağmen seçim serbest şekilde gerçekleşebilirse Erdoğan’ın bütün bu hesaplarının boşa çıktığını da görebiliriz.
Yukarıda sözünü ettiğim yazımı şöyle bitirmiştim; bugün de öyle bitireyim, çünkü değişen bir şey yok:
“Öte yandan otokrasimizin bugün geldiği noktada artık ne Anayasa var ne de kanun.
Her otokrat bilir ki bir kere Anayasa ve kanunları yok sayarsanız yarın aynısı iktidardan gittiğinizde sizin başınıza da gelir.
Zaman aşımı mı? 30 yıl sonra diploma iptal edilen bir ülkede artık zaman aşımı mı olur?
Dokunulmazlık mı? “Dokunulmazlık görevi ile ilgili, o yaptıkları görevlerinin arasında yok” gerekçesini hatırlıyor musunuz?
Hiçbir otokrat bunu göze alamaz.
Burada duramaz, “bu kadarı yeter” diyemez.
Moralinizi bozmak istemem ama çok daha ağır uygulamalar ve hukuksuzluklara hazırlıklı olalım.
Demokrasi ortak paydasında buluşmaktan ve haksızlıklara, hukuksuzluklara, kanunsuzluklara karşı bir arada durmaktan başka çare yok.
Bu arada çok can yakarlar, bunu da artık hep birlikte göze almak zorundayız.”
—————————–
Kapıyı çalan sütçü mü, polis mi?
MHP Genel Başkan Yardımcısı “hukukçu” Feti Yıldız sosyal medyada bir mesaj yayınladı ve böylece anladık ki bir sabah vakti, kişilik hakları ihlal edilerek teşhir edilen ünlülerin suçu iddia edildiği gibi uyuşturucu kullanmak değilmiş!
Feti Bey şöyle diyor:
“Tony Blair, siyasi yolculuğunu anlattığı hatıratta şöhretlerin sağladığı etkilerden faydalandığını aktarıyor ve ekliyor; ‘Ünlüler çoğu zaman sıkıcı olan bir işe parıltı ve heyecan katarlar. Fakat, halka neden ve nasıl oy verecekleri konusunda nutuk atmaya kalkarlarsa, o zaman iş değişir ve felakete yol açar. Halk bunların haddini aştığını düşünür, onlara ve siyasi yoldaşlarına yolu gösterir.”
Blair böyle bir sözü gerçekten söyledi mi bilmiyorum ama bir demokraside herkesin herkese oyunu nasıl kullanmasının daha doğru olacağını söyleme hakkı vardır.
Buna kısaca “siyaset yapmak” diyoruz ki demokrasilerde siyaset yolu her vatandaşa açık olmalıdır.
Feti Bey’in bu yaklaşım, bir zamanlar çok gürültü koparan “benim oyum ile dağdaki çobanın oyu bir mi” bakışı ile ikiz kardeştir.
Siyaseti belli bir zümrenin tekeline almak isteyen elitist bir bakış bu.
Ve rejimin, önümüzdeki seçimi kazanmak için güçlü adayların önünü kesmekle yetinmeyeceğinin, her türden muhalefeti sindirmek için elindeki bütün araçları kullanmaya kararlı olduğunun bir ifadesidir.
Feti Bey’in mesajı, çok ünlü bir başka sözü de doğrular nitelikte: Sabah erken saatte kapınızı çalanın sütçü olduğundan emin olduğunuz rejimin adım demokrasidir!
Bizde o saatlerde kapıyı ya polis çalıyor ya jandarma!
——————————
Bir sen eksiktin ay ışığı!
DEMP İmralı heyeti üyesi Pervin Buldan’ın açıkladığına göre bir süredir devlet katındaki sıfatı “PKK’nın kurucu önderi” olan Abdullah Öcalan, “barış süreci” ile ilgili olarak medyada yayınlanan yorumlardan şikayetçiymiş.
Buldan açıklamasında Öcalan’ın bu konudaki düşüncelerini şöyle anlatıyor:
“(Öcalan) Birçok kanalın ve yorumcunun geçmişteki düşmanca dili sürdürdüğünü ve bu çevrelerin derdinin çözüm ve barış olmadığını, hamaset ve düşmanlık olduğunu açıkça ifade etti. Bütün bunları iyileştirmek, ortadan kaldırmak yine iktidarın görevi.”
İktidarın çok da yabancısı olmadığı bir talep bu: Beğenmediğin yorumları yapanın sesini kıs, yazanın kalemini kır!
Onun için Öcalan’ın bu isteğini yerine getirmekte zorlanmayacaklardır.
Bu konu kamuoyunda serbestçe tartışılamayacak ve sadece onaylayanların konuşmasına – yazmasına izin verilecekse halkımız ne olduğunu, neyin tartışıldığını nasıl öğrenecek?
Hem iktidarın hem Öcalan’ın böyle bir demokratik meselesi yok.
Belli ki halkımıza bu konuda biçilen rol olan biteni sessizce kabullenmekten ibaret.
PKK’nın geçmişte kendisine muhalefet yapan Kürtleri nasıl susturduğunu biliyoruz.
“Bunları iyileştirmek ve ortadan kaldırmak” derken eski yöntemlerinin kullanılmasını mı öneriyor acaba?
—————————
