Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bütün aşklar tatlı başlar… Peki niye acı bitsin?

Bütün aşklar tatlı başlar… Peki niye acı bitsin?

Geçen gün haberini okudum, Tarla Kuşuydu Jüliet oyunu yeniden sahneye konmuş.

Bu oyunu izlediğimde, daha üniversite öğrencisiydim ve Yankı Dergisi’nde gazeteciliğe yeni başlamıştım. Devlet Tiyatroları, benim gibi kimsenin tanımadığı bir gazeteciyi bu oyunu ön sıradan izlemeye neden davet etmişti, benim için hala büyük bir sır!

Kim bilir, belki de Ayten Gökçer’e olan gizli hayranlığımın farkındaydılar.

Tarla Kuşuydu Jüliet, Ephraim Kishon’un oyunu. Shakespeare’nin Romeo ve Juliet oyunundan ilhamla yazılmış bir oyun.

Shakespeare’nin yazdığında Romeo ve Juliet, oyunun sonunda intihar ederler. Kishon’un oyunu da tam bu noktadan başlıyor.

Romeo ve Jülyet intihar girişiminde bulunurlar ama şans eseri ölmezler ve evlenirler. Aradan 30 yıl geçer. Artık o dillere destan aşkın yerinde yeller esmektedir.

Dırdırcı bir kadın, aklı midesinde bir adam… Bir komedi yazmak için yeterli malzeme var yani.

“Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetin, tahtına” diye biten her masalın ardından, böyle bir yeni hikaye de yazabiliriz aslında.

Klişe bir iş çıkarmış olsak da alıcısı olur.

Benim yaşımdakiler hatırlarlar Beyaz Kelebekler’in “Bütün aşklar tatlı başlar” diye bir şarkısı vardı.

Şarkıdan bir de şu bölümü hatırlıyorum: “Sevdanın kanunu / düşünmez sonunu.”

Bu son derece yaygın bir inanç ve acaba insanlar aşkın tatlı başlayıp, belli bir süre sonra acı şekilde biteceğine bu kadar inandırılmamış olsalardı, hayat daha farklı olur muydu diye düşünmeden de edemiyorum.

Bütün şarkılar, şiirler, romanlar, filmler bunu işliyorlar ve aşkın bir süre sonra tükenip gideceği yanılsaması, hayatın gerçeği olarak karşımıza dikiliyor.

***

Simon Vouet’nin bir tablosundan (Umut, Aşk ve Güzelliğin Yendiği Zaman) bu köşede daha önce de söz etmiştim. (Zamanın Bir Kokusu var mı? – 5 Ocak 2019)

Yolunuz Madrid’e düşerse, Prado Müzesi’nde 1627yılında çizilmiş bu resmin orijinalini görebilirsiniz.

Barok üsluplu bu alegorik resimde “zaman” ihtiyar bir erkek olarak çizilmiş. Bacaklarının altında kalmış orağı ve elindeki kum saatiyle, “umut, güzellik ve aşk” ile bir mücadele yürütüyor.
“Umut”u temsil eden kadın, elindeki çapa ile yaşlı “zaman”ı tehdit ediyor.

“Güzellik” çıplak bir kadın ile anlatılmış, onun da elinde bir mızrak var.

Küçük bir aşk meleği (Cupid) bir ağacın dalları arasında mücadelenin sona ermesini bekliyor.
Duruşundan da belli ki bu kavgayı yöneten o minik Cupid’den başkası da değil.
Edgar Morin, “Aşk, Şiir, Bilgelik” isimli eserinde “Aşk toplumsal düzene itaat etmez: Belirir belirmez, engelleri görmezden gelir, onlara çarparak dağılır ya da onları dağıtır” diye yazıyor.
Bu resimde de böyle bir durum söz konusu sanki.

Aşk, en büyük düşmanı “Zaman” ile bir mücadeleye girişiyor, iki müttefiki ile birlikte onu alt etmeye çalışıyor.

Başarılı olamazsa kaybedecek olan umut ve güzellik değil, doğrudan doğruya aşk olacak.
Aşk zamana dayanabilir mi?

Onun yıpratıcı, bıktırıcı, alışkanlık yaratıcı etkisini bertaraf edebilir mi?

Ya da karşılıksız kalmış bir aşkla kırılmış bir kalp, zamanın iyileştirici etkisiyle düzelebilir mi?
Sanıyorum insanlık tarihinin en çok sorulmuş soruları arasında bir sıralama yapsak, bunlar da ilk 50’ye, hadi bilemediniz ilk 100’e rahatlıkla girerler.
“İnsan”ı diğer canlılardan ayırmak için yapılan tanımlamalardan biri de onun “toplumsal” bir varlık olmasıdır.

Böyle olmakla birlikte her birey o toplumsal yaşamın içinde kendisine özel bir alan yaratır ve o alanda da yalnızdır.
Bilinçli yalnızlık insana bir “kendiyle yetinme duygusu” verir, dışarıda olup bitene karşı bir çekim hissetmezsiniz.

O yalnızlık içinde birisine karşı çekim duygusu yaşıyorsanız âşıksınız demektir.
Böylece, kendiniz için özel olan o alana birisinin girmesine izin verirsiniz.

Bir tür kendinden geçme durumudur bu, yoksa özel alanınızı kendinizden geçmeden nasıl birisiyle paylaşabilesiniz?
Bu nedenle aşk ruhsal kaynağını da sevgilinin niteliklerinden alır. Bu niteliklere atfettiğimiz her türlü değer (güzellik, gençlik, alımlılık, zekâ, akıl vb.) sevgiyi besler.

Ben de bunu Gasset’ten öğrendim.

İnsanın kendisinin de “sevilmeye layık olduğunu” düşünmesi Edgar Morin’in deyişiyle “aşk ihtiyacının başkasına yansıtılması” demektir. Bu yüzden de “başıboşluk ve belirsizliğe mahkûmdur”.
Bu başıboşluğu ve belirsizliği yönetebilen âşıklar, zamanı niye yenemesin?

***

Richard Burton, Elizabeth Taylor’ı 1953’te ilk gördüğü anı “O kadar güzeldi ki, içimden kahkahalarla gülmek geldi” diye anlatmıştı.

Liz, o sırada 21 yaşındaymış ve bu karşılaşmayı hiç hatırlamadığını söylemişti.

1962’de ilk kez aynı seti paylaşacakları Kleopatra’nın çekimleri öncesinde Liz kendi kendisine söz vermişti: Bu ayyaş Galli’nin çekimine kendimi kaptırmayacağım!

Eddie Fisher ile evliydi ama uçak kazasında kaybettiği büyük aşkı Mike Todd’u hala unutamamıştı.

O yıllarda Richard Burton, kelimenin tam anlamıyla bir womanizer idi.

Haftada en az üç ayrı kadınla yattığı, Hollywood’un en büyük seks bağımlısı olduğu söyleniyordu.

1947-1975 yılları arasında 2 bin 500 kadınla yattığı iddia edilir ki bu bizim Zeki Müren’in “5 bin kadınla yattım” iddiası gibi değildir. Bazı varsayımlarla hareket edilen ciddi bir hesaplamaya dayanır.

Çekimin ilk gününde Burton sete inanılmaz derecede sarhoş gelmişti. Soyunma odasına kapanmış, bir fincan kahve söylemiş, kendine gelmeye çalışıyordu.

Saatlerdir beklemekten sıkılan Taylor, hiddetle Burton’un odasına girdi.

Karşısında elleri tir tir titreyen, kahve içmek için ağzının yolunu bile bulamayan bir adam duruyordu.

Önünde eğildi, fincanı alıp bir bebeği besler gibi yavaşça dudaklarına götürdü.

Burton, bir bebek gibi, menekşe gözleri alevler saçan bu şahane kadının kollarına yığılıp, kaldı.

Taylor’un önyargıları sarsılıyordu. Bu ayyaş hovardanın içinden bir oğlan çocuğu çıkmıştı.

İddialara göre ilk kez Kleopatra setindeki o soyunma odasında seviştiler. Ve o andan sonra hiçbir şey aynı olmadı.

İkisi de evliyken başlayan yasak aşk, Hollywood tarihinin en ateşli ilişkisine dönüştü.

Aralarındaki çekim adım attıkları her yeri yakacak kadar dikkat çekiciydi.

Taylor, “Scrabble oynarken bile tahrik oluyorsanız, işte bu aşktır” diyordu.

Burton ise “O benim sonsuz tek gecelik aşkım.”

O ilk günden sonra ayrıldılar, barıştılar, ayrıldılar, başkalarıyla evlendiler, boşandılar, ayrıldılar ama aşkları hiç bitmedi.

2 Ağustos 1984 günü Burton, hayatının aşkına son mektubunu yazdı, 59 yaşındaydı.

Bu mektup, Elizabeth Taylor’ın eline 7 Ağustos’ta, Burton’ın beyin kanaması nedeniyle ölümünden iki gün sonra ulaştı.

Mektubu titreyen elleriyle, hıçkırarak okudu ve 23 Mart 2011’de öldüğü güne kadar sakladı.

Hayatının aşkı son mektubunda “Eve dönmek istiyorum” diyordu.

Şimdi söyleyin bakalım, aşk zamana dayanabiliyor muymuş, dayanamıyor muymuş?

Siz düşüne durun, fonda da bu şarkı size eşlik etsin: All you need is love!

Dünya televizyon tarihinin ilk uluslararası canlı yayını bu şarkıyla yapılmıştı (25 Haziran 1967) ve bu yayın Beatles tarihinin de son canlı televizyon yayını olacaktı.

Yüksek sesle eşlik edebilirsiniz, utanmayın!

————————–