Kadın Milli Voleybol takımının iki yıldızı Melissa Vargas ve Ebrar Karakurt’un instagramda paylaştıkları videoyu izlemişsinizdir.
Vargas ve Karakurt, Cyndi Lauper’in “Girls just want to have fun” (Kızlar sadece eğlence ister) şarkısının eşliğinde dans eder gibi yürürlerken görüntülenmişler.
Lauper’in bu şarkısının yer aldığı albümü 1983 yılında yayınlanmıştı; 50 yıllık bir şarkı.
O günden beri de değerinden bir şey yitirmedi, aynı heyecanla özgür kızların dilinde.
Bu şarkıdan üç yıl sonra Madonna da “Papa don’t preach” (“Baba kafa ütüleme” diye çevirmeyi tercih ederim ama düz çevirisi “baba vaaz verme.”) ile dünyayı sallamıştı.
Tarihçi Jean Claude Bologne, Gönül Çelmenin Tarihi isimli kitabında o yılları şöyle anlatıyor:
“Seksenli yıllar bir geçiş dönemi gibi hissedilir. Ölçüsüzce içeriye kapanmayı ve aileyle gezintilerini geride bırakan kadın, dans etmek, müzik dinlemek ve erkeklerle kendi tarzında temaslar kurmak için arkadaşlarıyla kulüplere gitmeyi tercih eder. Erkeklere göre kadın yine de ilk adımı atmakta çok rahat değildir: Çok fazla rahat görülme kaygısı, ciddi bir ilişki arayan kadını hâlâ engeller.”
Ama o yıllara gelmeden önce de Tanrı, özgür bir kadın yaratmıştı.
Haftaya 89 yaşını geride bırakıp, 90’dan gün almaya başlayacak. Brigitte Bardot’dan söz ediyorum.
Kadın cinselliğinin tartışmasız sembolü olarak kabul ediliyor.
Erotizminin kaynağı hakkında filozoflar teoriler üretti.
“Vamp” olmanın jartiyerle, yüksek topuklarla ilgisi olmadığını gösterdi.
“Femme fatale” sözünün vücut bulmuş hali Brigitte Bardot’yu, o yıllarda bir tanrıça katına yerleştiren neydi?
Sinemadan gelip, geçen güzel kadınlarla ilgili bir liste yapacak olsak, sanırım bu gazetenin bütün sayfaları yetmez.
Çoğunu beyaz perdede, ekranda, gazetelerin, dergilerin sayfalarında görmüşüzdür ama bir süre sonra isimlerini bile hatırlamayız.
Birisine hazırlıksız olarak “Sinemanın en güzel on kadınını sayabilir misin?” diye sorsak, çoğu kişinin ilk elde on ismi bir araya getirebileceği bile kuşkuludur.
Bu on binlerce güzel kadından hepimizde ortak bir iz bırakabilenlerin sayısı on, yirmi, haydi bilemediniz otuz olabilir.
O isimlerin çoğunu da bizde iz bırakan filmleriyle hatırlarız.
Sinema oyuncusu olarak kariyer yapmış, bütün dünyada ‘dişiliğin’ sembolü olabilmiş ama sinematografik olarak kayda değer tek bir film bile yapamamış birisini ararsanız, bütün yollar Brigitte Bardot’ya çıkar!
Onu bir tek ‘Ve Tanrı Kadını Yarattı’ ile hatırlıyoruz, o filmin de bizde bıraktığı tek iz olanca yuvarlaklarını sallayarak çıplak ayakla dans eden sarışından başka bir şey değil.
‘En iyi 100 film’ gibi antolojilerde o filmden söz edildiğini hiç görmedim, duymadım.
Ama içinde Brigitte Bardot geçen şarkıların sayısını kestirebilmek bile zordur.
Oscarları, Altın Palmiyeleri, Altın Ayıları kucak kucak toplamış onca güzel kadın oyuncu için böyle bir şey söyleyemeyiz ama.
İlk BB şarkısı “Brigitte Bardot Bardot, Brigitte Bravo Bravo”, Achilles and Heels’in şarkısıydı ve hâlâ en yaygın olarak bilinen şarkı da odur.
Magazin gazetecilerinin deyişiyle “şöhret basamaklarında” tırmanmaya başlaması, 15 yaşında Elle dergisinin kapağında fotoğrafının yayınlanmasıyla başladı.
Derginin kapağında bir fotoğrafı ve sadece iki büyük B harfi basılmıştı.
Daha sonra bir film seçmesine katıldı, yönetmen yüzüne bile bakmadı.
O işten tek kazancı daha sonra kendisini yeniden “yaratacak” Roger Vadim ile tanışması oldu. Kısa sürede sevgili oldular, hamile kaldı, İsviçre’ye gidip kürtaj oldu ve ailesinin izin vermesiyle Roger Vadim ile evlendi. O yıllarda Fransa’da reşit olma yaşı 21’di, 18 yaşındaki bir kızın birisiyle evlenebilmesi için ailesinden izin alması gerekiyordu.
Roger Vadim’in “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filmi, BB’nin ‘doğuşu’ olarak geçiyor sinema tarihinde.
Eleştirmenlerin, sinema tarihçilerinin “doğuşu” için verdikleri bu referansa onun yorumu şuydu: “Hiç doğmamak isterdim!”
Roger Vadim’i, Ve Tanrı Kadını Yarattı’daki rol arkadaşı Jean-Louis Trintignant’la aldatınca, çift boşandı. Trintignant’la iki yıl birlikte oldu ama eşi askere gidince onu da Gilbert Becaud’yla aldattı.
Ardından Babette Savaşa Gidiyor’daki rol arkadaşı Jacques Charrier’den hamile kaldı ve evlendi.
Charrier’den sonra sıra Alman iş adamı – playboy Günther Saks’a gelecekti.
Onu böylesine unutulmaz ve büyülü kılan şey neydi?
“Brigitte Bardot, egzistansiyalizmin poster kızıdır” diyen Simone De Beauvoir, “BB ve Lolita Sendromu” isimli kitabında şöyle yazıyordu:
“Onun erotizmi sihirli değil, saldırgandır.”
Bu yargı da De Beauvoir’ın: “Doğallığın gücü olarak görünür, tehlikelidir, evcilleşirse bir cesede dönüşür.”
Her halde bunun için olsa gerek hiç evcilleşemedi.
Nabokov’un Lolita’sı da onun dünya sahnesine çıktığından sadece beş sene sonra yayınlandı. Bunu elbette bilmiyoruz ama katışıksız doğal güzelliğinin Nabokov’u da etkilemiş olması mümkündür diye düşünüyorum.
Beauvoir, onu “kadın tarihinin lokomotifi” diye tanımlamıştı.
Savaş sonrası Fransa’sının ilk ve en özgür kadın figürüydü.
De Beauvoir şöyle yazıyordu:
“Vücudu pasif kadının bir sembolü değildir. Giysileri fetiş değildir ve soyunduğu zaman ortaya çıkan da bir gizem değildir. O, vücudunu sıradan bir şeymiş gibi sergiler.”
Ben filozof değil, sıradan bir erkeğim.
Fotoğraflarına bakarken ona bayılırdım ama demek ki bu kadar beğeniyor olmamın nedeni de bunlarmış!
İlk gençlik yıllarımızda kapağında Brigitte Bardot olan Ses dergisini satın almamamız düşünülemezdi.
Charles de Gaulle şöyle demişti: “O en az Renault kadar önemli bir ihraç ürünümüzdür.”
Arada bir Pazar dergisinin orta sayfasında da ‘poster’ olurdu, yatakhanedeki dolaplarımızın kapağını her açtığımızda “n’aber” diyen bir arkadaş.
Sinemayı bıraktığını açıkladığında 40 yaşındaydı, 50’den fazla hiç bir iz bırakmayan film çevirmişti, tam o günlerde ben de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde kayıt kuyruğundaydım!
“Benim kuşağımın kadınları onu 1950’de ilk kez Elle dergisine kapak olduğunda hatırlarlar” diye anlatıyor Fransız moda tarihçisi Nicole Parrot, “Kısa kestane rengi saçları vardı. Büyüleyici bir balerin duruşuydu. O güne kadar moda dünyasının ya da sosyetenin görmediği bir kızdı.”
Ve hep öyle de kaldı!
‘Vamp’ olmanın jartiyerlerde, yüksek ökçelerde, seks skandallarında arandığı bir dönemde, babet ayakkabılar ile gezdi, capri pantolon ona yakıştığı kadar hiçbir kadına yakışmadı! ‘Bikini’ denilen giysiyi en iyi taşıyan da oydu.
Kalın kırmızı dudakları, alt dudağını hep ısırırmış gibi görünen dişleri, avare sarı saçları!
40 yaşında emekli olduktan sonra St. Tropez’ye yerleşti.
Aynı yıl Alain Delon’un uyutmaya karar verdiği bir Alman Kurdunu yanına alınca hayatı değişti.
İçindeki hayvan sever uyandı. Artık tek amacı vardı, hayvan hakları ve Akdeniz doğal yaşamının korunması.
Çok geçmeden vejetaryen de oldu.
Hayvan haklarını savunmak için kendi adını verdiği vakfı kurdu. Mücevherlerini ve şahsi eşyalarını açık arttırmayla satarak vakıf için fon oluşturdu. Müzayededen dönemin parasıyla 3 milyon Frank gelir elde edilmişti.
Gençliğinde Fransa’nın özgürlük sembolü Marianne’nin yüzü olmuştu.
“Emekliliğinden sonra” Fransa’nın en önemli devlet nişanı olan Légion d’honneur ile ödüllendirildi ama “hükümet hayvan haklarına saygı göstermiyor” diyerek ödülü almayı reddetti.
Fransa’ya Müslüman göçünün artmasından duyduğu endişeleri yazdığında ırkçılıkla da suçlandı.
Bu suçla çıkarıldığı mahkemede “ben kimseyi bilerek kıramam ki” diye kendisini savunacaktı ama bu utanç artık bir kere üzerine yapışmıştı.
Hiçbir zaman plastik cerrahiye, iğnelere, botokslara yüz vermedi.
Tanrı ne verdiyse onunla idare etti, yaşlanmaktan gocunmadı. Tanrının verdiği yüzü beğenmeyip değiştirmeye çalışan kadınların kulağına küpe olsun!
——————————-
