OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Her şeyin azı karar, çoğu zarar

Bu ülkede yaşamayı ve buraya ait olmayı seviyorum.

Bir kere insanın canı asla sıkılmıyor. Hep bir hareket var, hep bir şeyin parçası olman gerekiyor.

Sokakta futbol oynayan çocuklar gördüğünde bile tarafsız kalamıyor, takımlardan birini tutuyorsun.

Geçen gün streaming kanallarından birinde bir kuzey polisiyesi izlerken bu ülkede yaşadığıma bir kez daha şükrettim.

Polisiye edebiyatta artık böyle bir alt dal var: Kuzey polisiyesi!

Finlandiya, İsveç, Norveç, İzlanda ve arada ender olarak yolları düşerse Danimarka’da geçiyor olaylar.

Bir dönem bu romanlara takmış, Stockholm’ün, Helsinki’nin ve Oslo’nun mahallelerini, ana caddelerini, arka sokaklarını bile ezberlemiş (tabii sadece isimlerini), o hızla duramayıp bütün tatillerimi de bu ülkelerde geçirmiştim.

İzlediğim dizi İsveç’te ve Finlandiya’da geçiyordu. Uçsuz bucaksız beyazlıklar, donmuş göller, nehirler, hep alaca karanlık bir gökyüzü.

Bizim memleket ise kanlı canlı.

Hiçbir şey olmasa bile bir şey mutlaka oluyor!

Son eğlencemiz boykot!

İktidarı protesto etmek için bir günlüğüne de olsa tüketimden vazgeçilmesini savunanlara karşı “harcayalım, ekonomimizi dış saldırılardan koruyalım” cephesi de hazır tabii!

Oysa çok değil, bir ay önce bu iki cephe ters taraftaydı.

Bu kez ikinciler boykot yapıyor, birincilere “paralarını dış güçlere kaptırıyorlar” diye kızıyorlardı.

Espressolab’ta kahve içmeyip hükümeti cezalandırmak isteyenlere kızanlar, Starbucks’ta kahve içenlere bile saldırmışlardı, hatırlarsınız.

Böyle bir memlekette yaşayıp, eğlenmeyi kim istemez?

Bu durum “zıtların birliği” kavramının bu topraklardan doğmuş olmasının bir sonucu sanırım.

Heraklitos, bizim Efes’in yerlisiydi.

Bugün hayranlıkla izlediğimiz o kütüphanede çalışmış mıydı, o yollarda yürümüş, o evlerde oturmuş muydu, bunları bilemiyoruz ne yazık ki.

Düşünün ki tam 125 yıldır kazıla kazıla bitirilemeyen bir yer Efes. Az şey biliyor olmamızda bir tuhaflık yok.

Heraklitos, “zıtların birliği” kavramını ortaya atan filozoftu. “Savaş her şeyin babası ve her şeyin kralıdır” sözü de ona ait.

Heraklitos’a göre toplumlar, içlerindeki zıtlıklarla birlikte var olabilirler.

Mesela Rahmi Koç’un zengin olduğunu anlayabilmemiz için fakir Mehmet Yılmaz’ın da aynı toplumda yaşıyor olması gerekir ki elimizde bir ölçü olsun.

Mehmet’in fakirliği olmasaydı, Rahmi Bey’in zenginliğini ölçemezdik, onun zengin olduğunu bile bilemezdik.

“Zıtların birliği” kuramı, evrenin uyum içinde gelişmesini tanımlar.

En basitinden dişi ve erkek olmasaydı, insanlık devam edemez, ilk erkek ya da ilk kadın yalnızlık içinde ölür, bu macera da orada biterdi.

“Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” sözü de bu hemşerimize aitti.

“Zıtların birliği” ilerleyen yıllarda Hegel felsefesinde diyalektiğe, Marx’ın elinde diyalektik materyalizme dönüşecekti.

Yani arkadaşlar, boykotçular ile boykota ölesiye karşı olanların yan yana bu toplumda var olmaları kaçınılmaz.

Kaçınılabilir olan ise bu yüzden kavga etmek.

Birilerinin tüketim yapmaktan vazgeçmesi, size göre ülke ekonomisini mahvedecekse bununla mücadelenin yolu belli: Onların tüketmediğini, siz tüketiverin.

Kapitalist sistem tüketimi teşvik eder. Refahı, yapabileceğiniz tüketim üzerinden tanımlar.

Tükettiğiniz şeylerin nicelik ve niteliği refah düzeyinizi gösterir.
Çamaşırınızı elde mi yıkıyorsunuz, makinede mi? Bulaşık makineniz, buzdolabınız, cep telefonunuz, otomobiliniz var mı? Gıda tüketiminiz dengeli bir beslenme sağlıyor mu, yoksa sadece karnınızı mı doyurabiliyorsunuz? Tatil yapabiliyor musunuz? Eşiniz, dostunuzla dışarıda yemek yemeye, eğlenmeye çıkabiliyor musunuz? Kitap, tiyatro, sinema gibi kültürel harcamalar yapabiliyor musunuz? Çocuklarınıza iyi bir eğitim için gerekli araç gereci alabiliyor musunuz? Resim, heykel gibi sanat ürünleri “tüketip” bunları evinize asabiliyor musunuz?
Bu tür sorulara vereceğiniz yanıtlar içinde “evet” ne kadar çoksa o kadar müreffeh bir hayat sürüyorsunuz demektir.

Fransız filozof Diderot, yaşamının bir döneminde büyük borç altına girmiş ve paraya deli gibi muhtaçken imdadına Rus Çariçesi Büyük Ekaterina yetişti.

Hayır, Baltacı fantezilerinin kahramanı olan Ekaterina, bu Ekaterina değil.

“Büyük” unvanını hak etmesinin nedeni de tarihte bu sıfatı hak etmiş diğer büyükler gibi önemli izler bırakmış olması.

Büyük Katya, Diderot’nun paraya ihtiyacı olduğunu öğrenince kütüphanesini satın aldı ama “göz kulak olması için” Diderot’ya bıraktı. Bununla da yetinmedi, 25 yıl geçinebileceği kadar bir maaşı da peşin olarak ödedi, “şahsi kütüphanecisi” tayin etti.

Kendisine neden “Büyük Ekaterina” denildiğini buradan anlayabilirsiniz.

Diderot, eline geçen bu büyük parayla öteden beri almayı düşünüp de alamadığı göz alıcı kırmızı renkte, pahalı bir robdöşambır satın aldı.

Sabahlığı o kadar güzeldi ki Diderot evdeki eşyaların ona uymadığını fark etti ve eşyalarını sabahlığına uygun olacak şekilde değiştirmeye başladı.

Eve yeni gelen her eşya, eskileri daha da kötü gösteriyordu.

Diderot kendine hâkim olamadı ve sonunda bütün eşyalar yenileriyle yer değiştirdiğinde kendisini bir kez daha borç batağına düşmüş olarak buldu.

“Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık” başlıklı risalesini bundan sonra yazdı.

Kişilerin satın aldıkları mallar ile kişiliklerini ortaya koyabileceklerini düşünmelerine “Diderot Etkisi” denilmesinin nedeni bu.

Aslına bakarsanız bizim memlekette “tüketim” pek hoş görülen bir şey değildir. Küçüklükten itibaren bize bu öğretilir: Tasarruf et!

Elişi derslerinde küçük çocuklara ilk yaptırılan şeyin karton bir kumbara olması tesadüf değildir.
Lüzumsuz harcamalardan kaçınarak, gelirinin bir bölümünü tasarruf etmenin bir erdem olduğu anlatılır.

Harcamaların neye göre ve kime göre lüzumsuz olduğu ise başka bir konu.

Ben bu konuda rahmetli anneannemi dinlerim: Her şeyin azı karar, çoğu zarar!

——————————–