OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Kimi neden severiz?

Memleketimizin resmi ve onaylanmış gurmesi Vedat Milor, yıllar önce bir yazısında şöyle bir cümle kurmuştu:

“Kız buluşmada latte, Americano söylüyorsa o iş başlamadan biter.”

Tarihe böyle geçen bu sözler daktilodan çıkıp evrene yayılalı aşağı yukarı beş yıl olmuş, bugün bile hatırladıkça hala tüylerim diken diken oluyor!

“Niye oluyor” derseniz, aslında dememeyi tercih ederdiniz; ancak artık demiş oldunuz, yanıtlamak zorundayım.

Bir kızla, bir pastanede sadece keşkül kaşıklamak ve gözlerine, gözümü kırpmadan bakmak amacıyla randevu koparmak için iki devi güreşte yenmek, bir ayının elindeki bal peteğini kapmak, matematikten 10 almak ve Müdür Burhan Bey’in dikkatini çekmeden saçını uzatmak gereken bir dönemde yaşadığım için bu kadar seçici olamıyorum, kimse kusura bakmasın.

“Bir kızla” diyerek kendisini anonimleştirdiğim için o derin yeşil gözlerin sahibesinin affına sığınıyorum; ben değilsem bile neredeyse bütün yatılı arkadaşlarım torun torba sahibi oldu, isim vermem yakışık almaz.

Tamam, şunu kabul edebilirim: Kız “latte” söylerken, CIA’in iç iletişim kodlarını kullanıyor ve bununla “bu karşımdaki sivilceli, sıska dört göz oğlanda tedavisi mümkün olmayan solculuk emareleri seziyorum” mesajını iletiyorsa, o başka tabii.

O zaman benim de “latte” söyleyen bir kızla işim olmaz ancak zaten o yıllarda “latte” diye bir şey bilmiyorduk, bildiğin sütlü kahve içiyorduk! Sütlaç da daha “rice puding” olmamıştı.

Zaman içinde Türkiye çok gelişti.

Artık sıcak suyla seyreltilmiş kahvenin bile müşterisi var; “bana bir Americano lütfen”!

Tabii şimdi “Americano” kahvesine yaklaşımım nedeniyle “halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi” diye suçlanma ihtimalim de küçümsenecek bir durum sayılmaz.

Haliyle “hukuk” anlayışımız da zaman içinde değişti, tıpkı sütlü kahvenin latte olması gibi.

Esasen böyle tartışmalı konulara bayılan bir milletiz.

Herkesin söyleyeceği bir söz vardır ve emin olun ki bir masanın çevresindekilerden birisi “latte söyleyenle işim olmaz” derse, bir diğeri “latteye söz söyletmem” diye ayağa fırlayabilir.

Buna “duygusal bir milletiz” diye gerekçeler bulanlar olabilir ama düpedüz gergin bir milletiz.

Elbette böyle konularda tartışmanın, bunun üzerine yazılar yazmanın sakıncası da pek olmaz.

Bunun için İbrahim Kalın Bey’in adamları sizi takip etmezler, sadece politik pozisyonunuza göre bazı şeylere maruz kalabilirsiniz.

Ancak yine de tedbirli olun derim, Reis latte seviyorsa, siz de sevin; yerli yersiz arkasından konuşmayın, aman diyeyim.

Sosyal medyada sahte isimlerin arkasına saklanarak herkese verip veriştiren tiplerin tepkisini çekebilirsiniz ama önemi yok; gerzek kimliğini açıklasa da gerzektir, açıklamasa da.

Yağ asitlerinin mitokondrilerimize taşınmasına yardım eden L – Karnitin eksikliğine bağlı bir durum bu.
Hangi sebzeden – meyveden – yağlı tohumdan kaç kilo yerseniz bu eksiklik giderilir, onu bilmiyorum. Siz iyisi mi önünüze ne koyarlarsa yiyin, rahmetli dedem öyle derdi.

Hayır, dersi kaynatmaya çalışmıyorum.

Gerçi zamanında onu da iyi yapardım ama felsefe dersinde Memnune Hanım, Hegel’den, diyalektikten bihaber olduğunu belli edince ben de “latteye söz söyletmem” gibi ayağa fırlamış, soluğu disiplin kurulunda almıştım.

O yıllarda ergenlerin psikolojisini filan umursayan da yoktu, zaten çocukken yanımızda kurban da kesmişler, etini de kavurup yedirmişlerdi.

Niye hala seri katil olmadım, bilmiyorum.

Lafı uzattım, sadede geliyorum, Vedat Bey, insan yaşamındaki bir gerçeğe temas ediyor arkadaşlar.
Eğer insan aklı, diğer cinsten karşılaştığı insanlar arasında böyle küçük bahanelerle bir ayrım yapamıyor olsaydı, muhtemelen bugün çok farklı, dünyada daha önce de deneyimlenmemiş bir toplumsal yapının içinde yaşıyor olurduk.
Herkes her gördüğüne takılırdı yani!
Evet, aşkın gözü kördür, karşındaki insanın herkesçe görülen, bilinen kusurlarını görmene engel olur ama “aşık oldum” diyene kadar geçen süreyi ne yapacağız?
İlk görüşte aşka inanacak kadar saf bir karaktere sahipseniz ne mutlu size!
Ama aşk böyle bir şey değildir.
Aşk, ilginin çekilmesi ile yola çıkar ve ilginin yoğunlaşması ile başlar.
O ara dönemde yemek yerken ağzını şapırdatan, ne bileyim en pahalı cini içerken içine salatalık koymak isteyen, “Hint viskilerine bayılıyorum” diyen bir erkeğe aşık olabilir misiniz?

Kuşkusuz bundan daha kötüsü parmak arası terlik ya da Alman turistler gibi plastik sandalet giymektir ki o konuya hiç girmeyeceğim, Ertuğrul yaşı ilerledikçe alıngan olmaya başladı.

Her neyse, ilgimiz özel bir kişiye doğru çekilir, o dönem zarfında bizi huzursuz – rahatsız edecek bir huyu / özelliği yoksa o çekilen ilgi daha yoğun duygulara doğru ilerleyebilir.
Ancak o noktadan sonra seven göz kusur görmez!
Seven göz, sadece bir hayal görür; kafamızda yarattığımız ve ona bazı değerler atfettiğimiz, bu yüzden de delicesine taptığımız bir hayal!
Bu yüzden kadınların kendilerini erkeklere beğendirmek için ameliyatlar olmalarını, ölüm perhizleriyle zayıflama çabalarını, kondisyon bisikletinde günde geçirdikleri üçer dörder saati anlayamam.
Biraz iddialı olacak ama söylemeden geçemeyeceğim, önündeki çikolata sufleyi alacağı kiloları düşünmeden iştahla kaşıklayan bir kadından daha çekici ne olabilir dünyada?
Bunu söylerken insanın kendisine bakmamasını yüceltmiyorum. Bu amaca yönelik davranışlar kadınlara özgü şeylerdir: Güzel giyinmek, harika kokmak, saçlarına özen göstermek gibi.

Soru şu: Aynı mağazadan alınmış aynı elbiseyi giyen, aynı parfümü süren, saçları aynı berberin elinden çıkan, birbirine çok benzeyen iki kadından neden berikini değil de ötekini severiz?
Yanıt az önce sözünü ettiğim hayalde gizlidir.
Onu kendisine benzeyen diğer kadınlardan ayıran şey bizim ona yüklediğimiz anlamdır.
Ve bu anlam esas olarak o kadının kopyalanamayacak, taklit edilemeyecek tek varlığı olan ruhundan bize doğru akar, bariyerlerimizi yıkar, içimize işler.
Ama unutmayın, bu noktaya gelene kadar mesela plastik sutyen askılarını bluzunun kenarından gördüğünüz bir kadın, her şeyin başlamadan bitmesine de neden olabilir.

Hal Sirowitz’in, Teripastim Diyor Ki isimli kitabından bir manzume aktaracağım:

“Bir kadınla ciddiye bindirmeden önce işi,
dedi annem, benim onu tanımama fırsat ver.
Öyle sorular vardır ki sen soramazsın
ama ben sorabilirim.
‘Neden oğlumla evleniyorsun,
çok daha temiz giyinen
biriyle evlenebilecekken?’ gibi mesela.
Eğer buna karşılık o da senin pekâlâ
temiz giyindiğini söylerse bana,
ben de anlarım ki zırdelidir bu kadın
ve de her halde en doğru seçimdir senin için.”

Başa dönecek olursak, Vedat Bey, yola yanlış bir yerden çıkmış.
Sorun, kızın Vedat Bey sevmiyor diye, çok sevdiği halde latte ısmarlamayıp, onu kandırmak için ristretto istemesinde olabilirdi.
Olduğundan farklı görünerek birilerini kendimize aşık edebiliriz tabii ama önünde sonunda boya dökülür, geçen güzel günler bile bir kâbus olarak hatırlanır.
“Zamanla değişir, kötü huylarından kurtulmasını sağlarım” diye de düşünmenizi önermem. Bu kadar iddialı olmak insan sağlığına iyi gelmez.
Orhan Baba’nın dediğinden şaşmayın derim: “Beni böyle sev, seveceksen / Olduğum gibi göreceksen!”

O zaman dans!

———————————-