OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Küçük kırmızı kalpler uçuşurken

Bir kez daha “tehlikeli günlere” geldik!

Psikologlara bakılırsa aşıklarımızın durumu aynen memleketimiz gibi! Sürekli bir “beka sorunu” yaşıyorlar.

Hatırlarsınız sizleri yılbaşından hemen sonra NY Times’dan aldığım bir ihbar neticesinde uyarmıştım, “tehlikeli günlerdeyiz” diye.

Bu kez uyarı klinik psikolog Semanur Konuk Düzgün’den geldi:

“14 Şubat Sevgililer Günüyle ilgili büyük beklentiler içine girmek çiftler arasında bir zorunluluğa dönüştüğü zaman ilişkide çatışmalar kaçınılmaz oluyor. Üstelik ilişkilerde yaşanan çatışmaların yüzde 67’sinin bir çözümü de yok.”

Semanur Hanım bu yüzde 67 rakamını nasıl bulmuş, bilmiyorum. Pozitif tarafa odaklanalım derim, yüzde 33’ü çözülüyor demek ki!

Bu 14 Şubat Sevgililer Günü olayını memleket gençlerinin başına bela edenlerden biriyim ve doğrusunu isterseniz son derece masum bir niyetle yola çıkmıştım: Her yıl Şubat ayında azalan reklam gelirlerini arttırmak!

Rahmetli Hıncal Ağabey, Erkekçe’de fitili yakmıştı, ben de Kapris dergisini yayınlarken üzerine benzin dökmüştüm.

Ve o günden beri üzerimize yağan minik kırmızı kalplerden fenalık geçirmeye başladığımı da itiraf edeyim.

Hele maçların devre aralarında televizyonda yayınladıkları mücevher reklamları yok mu, beni benden alıyor.

Aşkın en saf ifadesi meğerse pırıltılı bir yüzük ya da küpeyle mümkün olabiliyormuş.

Gerçi internet sitelerine de baktım, söz konusu taşlara, taş demek yakışık almaz, kum tanesi belki daha doğru bir ifade olurdu.

Bilmiyorum “8 bin liralık pırlanta yüzüğün” yanında bir de mikroskop ya da güçlü bir büyüteç veriyorlar mı, kızlar parmaklarına taktıkları “taşı” seyredip, keyfini çıkarsın diye!

Semanur Hanım’ın sözünü ettiği beklentileri bu tür hediye reklamları besliyor olmalı. Oysa bizim gençliğimizde “her genç kızın rüyası” bir dikiş makinesine sahip olmaktı. En azından reklamlarda bu söyleniyordu.

Şimdi beklenti büyük tabii, ne de olsa artık uzaya giden bir ülkede yaşıyoruz. Reklamlardaki dana gözü büyüklüğündeki pırlantaları beklerken mikroskobikleri ile kim yetinmek ister ki?

Beklentinin büyük olmasında belki günümüzde yaşanan aşkların, geçmişte tanık olduğumuz aşklardan farklı olmasının da rolü var.

Sinemamızın Sultan’ı Türkan Şoray tarihe şöyle bir not düşmüştü:

“Gerçek hayattaki aşklar, hele şimdiki zamanda, bir saman alevi gibi. Eski aşklar yanardağ gibi patlıyor, sonra tekrar doluyordu; bir daha ne zaman patlayacak, bilinemezdi.”

Gerçekten öyle miydi, eski aşklar yanardağ gibi patlar mıydı; şimdikilerin kullan – at çakmak gibi yanmasıyla sönmesi bir mi oluyor?
Doğrusunu isterseniz bu konuda bir fikrim yok.

Ancak magazin basınından izlediğim kadarıyla günümüz aşkları daha çok patlıyor!

İki gün önce birbirlerine sırılsıklam âşık olduklarını söyleyen çiftlerin, üç gün sonra mahkeme kapısında olmalarını normal bile karşılamaya başladık.

Filmlerdeki, romanlardaki gibi aşklar yaşamak isteyenlerin sayısında artış olduğunu da söylemeliyim.

Sohbetler sırasında konu buralara geldiğinde kadın ya da erkek fark etmiyor, aşktan cayır cayır yanmak isteyenlerin sayısı hiç de küçümsenecek gibi değil.

Ve bana öyle geliyor ki eski aşkların daha “patlayıcı”, şimdiki aşkların daha “sönücü” olması sadece algılarımız ile ilgili.
Magazin basınına bakıp iki günde bir âşık olan ve sonra birdenbire aşkları biten tipleri gördükçe algımız da çarpılmış olmalı.
Yoksa bizler değişmiş değiliz.
Aşk ile ilgili algımızı şekillendiren şey esasen aşk romanları, aşk filmleri. Etrafımızda o filmlerde, romanlarda anlatılana benzer aşklar görmeyince bizi alıyor bir nostalji!
Ve bu ciddi bir sorun arkadaşlar.

Aşk romanlarını okuyup hülyalara dalan günümüz kadın ve erkeklerinin kafaları ister istemez karışıyor.
Çünkü romanlarda anlatılan aşklar ile kendi yaşadıkları birbirine pek benzemiyor.
O duyarlı erkekler de yok, o naif kadınlar da!
Aslına bakarsanız, o romanların yazıldığı yıllarda da büyük olasılıkla o tipler gerçekte yoktular.
Roman gerçeği ile gerçek hayat gerçeği arasındaki fark bu.
Edgar Morin, ‘Aşk, Şiir, Bilgelik’ isimli kitabında edebiyatın bir katalizör olarak aşkı görülür, hissedilir ve etkin kıldığını söylüyor. “Aşk hem sözden önce gelir hem sözden ileri gelir” diyor.
Normal hayatlarımızı sürdürürken gerçeğin içinde tutsak gibiyizdir.
Gerçekliğin dışına çıkmak ancak zihnimizde mümkün olabilir, hayallerimiz bunun için vardır.
Hayaller, yaşadığımız dünyanın tekdüzeliğinden kaçmamızı sağlar.
Aşk romanlarında anlatılan aşklar da aslında hepimizin, her gün yaşayabileceği türden aşklardır.
Yazar, bizim her günkü gerçeğimizi kendi zihninde yeni bir düzene sokar. İdealize eder ve böylece yeni bir gerçeklik yaratır.
Romanı okurken kendi kendimize söyleniriz; neden şimdi böyle aşklar yaşanmıyor diye!
Aslında okuduğumuz şey, yaşadığımızdır; farklı bir gerçeklik içinde, başka bir şeymiş gibi görünür.
Geçenlerde “romanlardaki gibi aşk arayan” bir arkadaşıma şunu söyledim: “Anna Karenina olmaya ne dersin? Ama unutma; roman istasyonda, trenin altında bitiyor!”
Tolstoy’un bu romanı gelmiş geçmiş en iyi aşk romanı listelerinde her zaman birinci sırada çıkar.
Ama dürüst olun: Kim gerçek hayatta Anna Karenina olmak ister?
Ya Madame Bovary olmaya ne dersiniz?
“Aman Allah korusun” dediğinizi duyar gibiyim. Yazarı Flaubert’e bile dünyanın dar edilmesine yol açmıştı.
Genç Werther’i unutmayalım Ne aşktı ama!

İsterseniz mavi ceketin altına sarı pantolon da giyebilirsiniz, en azından Şükrü Saraçoğlu’nda sizi çok şık bulacaklarına iddiaya girerim.

Aşkın Werther’in ruhunda yol açtığı ıstırapları hatırlayıp Balzac’ın Felix’ini (Vadideki Zambak) unutmak olur mu?
Örnekleri uzatırsam editörler kızıyor, sayfada ilana yer kalmıyor diye. Malum, sevgililer günü arifesindeyiz!

Romanlardan öğrendiğimiz aşklar, genellikle acı dolu.
Neden acaba? Vuslat gerçekleşince aşk ölüyor mu?
Bedri Rahmi’nin bir köylüden aktardığı gibi mi: “Sever de kavuşamazsan aşk olur!”
Benim kişisel listemdeki bir numaram, Marquez’in, Kolera Günlerinde Aşk isimli romanı.
Ama şunu da düşünmeden edemiyorum: Beni bu kitaba bağlayan şey Fermina ile Florentino arasındaki aşk mı?
Yoksa Marquez’in beni kıskançlıktan çatlatan ve asla taklit edilemeyecek o büyülü üslubu mu?
Kendimi Florentino’nun yerine koyuyorum: Fermina’yı 50 yıl bekleyebilir miydim?
Yok, halimden memnunum, Florentino’nun yerinde olmak istemezdim.

Ama şu da var: Ne zaman geleceğini bilmiyorsan iki saat beklemek ile 50 yıl beklemek arasında “uzunluk açısından” bir fark görebilir misiniz?
Geleceğini umuyorsanız, “gecikti” diye bırakıp gidebilir misiniz?

—————————-